Bu yazıyı, önceki “Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti: Türkiye’de Sokak Hayvanları Üzerinden Kent Politikası” ve “Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti 2: Ne Yapmalı?” yazılarımdan sonra devletin sokak siyaseti üzerindeki etkisini, yine “Sokak Hayvanları” sorununa ilişkili olarak kent politikaları bağlamında ele almayı düşündüğüm -devam niteliğinde- üçüncü bir yazı olarak yazmaya karar verdim. Sokak siyaseti, üzerine bir süredir kafa yorduğum ve bu süreçte de bir özeleştiri olarak kendimin sokak siyasetinden uzak bir noktada neden konumlandırdığımı sorguladığım bir konudur. Elbette ki sokak siyaseti derken neyi kastettiğimi ve bu kavramı dile getirirken başka siyaset biçimleri de olduğunu iddia ettiğimi söylemeliyim, fakat bunları ele almadan önce, sizlere, kendimin önce siyasetle sonra da sokak siyasetiyle nasıl bir ilişki kurduğundan bahsetmeliyim. Böylece, bir yanıyla, kendimin -sokak siyasetinde pasif bir fail olarak- bir ifşaatı niteliğinde olan bu metinde, teorik bir yapı üzerinden değil doğrudan benimle kendiniz aranızda bir bağ kurabilir veya kurmazsınız. Oldum olası, yazısında “kendisini harcayan” yazarları sevmişimdir, burada öncelik metne verilir, metin, yazarı da araçsallaştırarak hatta yazara rağmen okuyucusuyla iletişime geçer. Yazar belki de kolektif ve tarihsel bir bilinçten akan/sızan bir söylemi, kendini araçsallaştırarak okuyucuya sunar. Yazar, kendisini metin için öldürmeye razı gelir. Bakalım ben kendimi ne kadar öldürebileceğim, ipleri egomun elinden alabileceğim.
Sokak Siyaseti = Kaotik Kargaşa: Sokaktan Korkan Bir Çocuk
Bundan yaklaşık 12-13 yıl kadar önce, ortaokul dönemimdeyken, babamla birlikte bir gün Antalya Kaleiçi’nde geziyorduk. Çarşının bir noktasında, sanıyorum o zamanın radikal muhalif örgütlerinden bazıları stant açmışlardı. Ben, birçok şeye, özellikle de siyasete ilgili bir çocuk olarak stantlara koştum. Broşürlerini aldım ve kendileriyle iletişime geçmeye hazırlanırken babam tarafından hışımla kolumdan yakalanarak gerisin geriye sürüklendim. “Ne yapıyorsun sen, etrafta o kadar sivil polis var, stanta yaklaşanları damgalıyorlar, salak mısın oğlum sen…” Şaşırmış ve korkmuştum. Öyle ki elimdeki broşürü korkudan cebime bile koyamadım ve sanki çevremde beni izleyen sivil polislere “bakın ben suçsuzum” dercesine broşürü çöpe attım. Lise yıllarımın başlarındaydım, yine nedenini şu an hatırlayamadığım bir sokak eylemine katılmak istemiştim, bu sefer de annemden iyi bir fırça yedim. Bu seferki söylemler “Oğlum anarşist onlar, kargaşa çıkarıyorlar sokakta, bak seni vururlar” şeklindeydi. Ha şimdi bir anımı daha hatırladım. Çok daha önce, yaklaşık 16-17 yıl önce, 3. veya 4. sınıf öğrencisiyim. Ailem Fethiye’de yaşıyor, ben babaannemin yanında 1 yıl okumak için Hatay’a gitmiştim. Babaannemin evi de Hatay’ın Suriye sınırına yakın Kırıkhan’ın bir köyünde. Köy, Hatay Türkiye’nin eline geçince, o zamanki hükümet tarafından kurulmuş sıra sıra yüzlerce evden oluşuyordu. Her neyse, benim kaldığım o zamanlarda, köye yakın bir dağda her gün çatışma sesleri duyulurdu. PKK ile jandarma/asker arasında süreğen bu çatışmalarda biz çocuklar epey korkardık. Okullarımıza gittiğimizde, okuldaki arkadaşlarla bazen okul çıkışında, öldürülen PKK’lı insanların ölmüş fotoğraflarına -telefon üzerinden- bakardık. Daha doğrusu, yanlış hatırlamıyorsam, bu fotoğraflar büyükler tarafından bizlere gösteriliyordu, çünkü o zamanlarda bizlerde telefon yoktu. O fotoğrafların kimlere ait olduğunu, gerçekten seslerini duyduğumuz çatışmalarda ölen insanlara mı ait olduklarını bilmiyordum. Ne söylenirse inanıyordum işte. Böylesi bir ortamda, torunlarına korkunç hikayeler anlatmayı seven babaannem, bu çatışma seslerini ve gerilimli ortamı hikayelerinin konusu haline getirerek, bazı geceler beni korkuturdu. “Gece bu evler arasında anarşikler geziyorlar, bak bazı evler boş, işte o evlerde kalıyorlar. Hatta bazen içerisinde yaşayanların oldukları eve girip, zorla birkaç gün konaklıyorlar. Bazen evdekileri öldürüp, tecavüz de edebiliyorlar…” Görüleceği üzere, babaannemin pedagoglar tarafından ödüllendirilmesi gerekiyor. Buradaki anarşikler, bir önceki anlattığım annemle olan hikayedeki anarşiklerle benzer anlam yüküne sahip. Bilindiği üzere, anarşizm, Türkiye’de hep kaos olarak algılanmış ve anarşistler de bu kaosun yaratıcıları olarak damgalanmışlar. Burada ise babaannemin PKK mensuplarını anarşikler olarak damgalaması, işte bu kaotik ortamın varlığına ve bu insanların bu kaosu yarattıklarına işaret ediyor. Hikayeyi devam edeyim. Ben tabi korkuyla babaanneme “Ya babaanne neden bu insanlar dağa çıkıp savaşıyorlar ki?” diye sorardım, o da bana Heredotvari vakünistlerin metinlerine referanslar vererek çağlar boyu süregelmiş göçebelik ve yerleşiklik çatışmasını, feodal yapıların/devletlerin vergi politikalarını, Ortadoğu’da aşiretlerin/kabilelerin özerk olmak adına verdikleri mücadeleleri ve Osmanlı tarihinin bedevilerle ve doğudaki aşiretlerle olan ilişkilerini falan anlatırdı. Şaka şaka… inandınız mı? Babannem bana “Onlar devlet düşmanı…” tarzında kısa ve net cevaplar verirdi. Şunu da hep eklerdi “Bu gibi insanlar, şehirlerde de sokakları karıştırıyorlar…”
Siyasetle ve sokak siyasetiyle kurduğum ilişki bunlarla da bitmedi. Bundan yaklaşık 10-11 yıl kadar önce, lise zamanlarımda, bilinçli bir siyasi aktör olmazken, daha doğrusu, neyin doğru neyin yanlış olduğunu -fanatik bir siyasi taraftarlığına kapılmadan- ayırt edemezken ülkü ocaklarına gitmeye başlamıştım. Ülkü ocağı bana bir etkileşim alanı sağlıyordu. Çoğu arkadaşım ocakla doğrudan veya dolaylı ilişkili insanlardı. Bir de o zamanlar şiir okuma yarışmalarında, etkinliklerinde ön plana çıktığım için ocaktaki kalabalık buluşmalarda vatan sevgisi temalı şiirler okurdum. Ocakla ilişkim yaklaşık 1 yıl sürdü. Bu süreçte onlarla sokağa siyaset yapmaya inmedim, en fazla 10 güne bir ocağa gidip çay, sigara içer, toplantılara katılıp gündem siyasetine dair fikirler dinlerdim. “Bir noktada buluşacağız”, “siyasi bir eylem var”, “şu saatte şuradayız gibi” organizasyonlarda ben hep geri çekilirdim, çünkü korkuyordum. Sokak, kargaşa yeriydi. O zamanlarda, ocaktaki abilerimiz de bu korkumu anlamış olmalılardı ki çok ısrarcı olmazlardı. Aradan 1 – 1.5 yıl kadar geçti. Bu sefer solcu arkadaşlarımın sayısı artmaya başladı etrafımda. Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar, Hikmet Kıvılcımlar falan konuşulur olmuştu. Bu sefer de onlara kapılmıştım ama kendimi bir solcu olarak tanımlamıyordum, çünkü tanıdığım çoğu solcu kişi, aktif bir sokak siyasetine dahildi. Ya sokaklara afişler asıyorlar, ya da eylemlere katılıyorlardı. Onlarla Marksist literatüre dair tartışmalar yürütmeye çalışırdım, Lenin’den Mao’ya, günümüz neoliberal politikalarından feodal dönem siyasi oluşumlara kadar… Ne zaman beni sokağa davet etseler, geri adım atardım. Onlar da anlayışlılardı ki çok ısrarcı olmazlardı. Geldik üniversite yıllarıma, daha doğrusu, DTCF’deki üniversite yıllarıma, bundan 4-5 yıl önce, o zamanki solcu arkadaşlarımı sevmeme rağmen sol ideolojilere karşı soğumuştum. Tanımlayamadığım, aklımın basmadığı birçok şey barındıran ve beni ideolojik olarak geri çeken bir teorik zemindi. Şimdi bile bazı noktalarını halen anlayamadığımı düşünürüm. Her neyse, solculuk meselesi bana göre değildi, çünkü daha güçlü bir ideoloji bulmuştum, veganlık. Veganlığa sürüklenmem, çevresel etkilerden ziyade kendi iç sorgulayışlarımla olmuştu. Veganlığımın ilk yıllarında, kendimin dışında vegan oluşumlardan bihaberdim. Veganlığımın ikinci yılında, çevremdeki vegan oluşumlardan haberim olmaya başladı. Tek tek, denk geldikçe çeşitli oluşumların toplantılarına katılmaya çalıştım. Onlar da bazen beni sokağa siyaset yapmaya çağırıyorlardı, tahmin edeceğiniz üzere gitmedim. Bu sefer bu kendimi geri çekişimi basit bir “korkuyorum” argümanı ile savunamazdım çünkü etik hassasiyetlerimden dolayı kendime karşı bu konudaki kızgınlığım artıyordu. Ben de “Ben sokakta değil de akademide mücadele veriyorum, akademik bir vegan aktivistiyim” gibi bir paravan argüman buldum, ki halen ara ara bu argümanın arkasına sığınıp sokaktan kaçarım. Neden? Çünkü sokak, kargaşa yeriydi.
Geçen yıllarda, DTCF’de lisans eğitimimin son yılında, eleştirel okuma atölyesi kurdum ve atölyeye dahil olan entelektüel arkadaşlarımla etnografik çalışmalara dayalı kitaplar seçerek, her hafta kitaptan 50-60 sayfa derinlemesine okuma ve tartışmalar yaptık. Bir kitap yaklaşık 4-5 hafta sürüyordu ve sonunda da kitabın yazarıyla Zoom üzerinden 2 saate yakın toplantı alıyorduk. Atölyenin ilk veya ikinci kitabı Ayşen Uysal hocanın Sokakta Siyaset kitabıydı. Hoca hem nicel hem nitel bazda araştırma yürüterek, Türkiye’nin sokakta yürütülen siyasi protestolarını konu edinmişti. Bu eylemler nasıl ve ne motivasyonla(rla) yürüyordu/yürütülüyordu? Bu durumlarda iktidar mekanizmasının rolü neydi? Bu ve buna benzer birçok sorunun cevabı verilmeye çalışılmıştı. Kitabın detaylarına burada girmeyeyim fakat kitap beni çok etkilemişti. Yukarıda size de anlattığım anılarıma sürüklendim. Kendi sokaktaki pasif konumumu sorguladım ve altından -yüzleşmekte zorlandığım- gerçeklerle karşılaştım. Babam, annem, babaannem, sokağın öyle ya da böyle bir kargaşa alanı olduğunu, siyasi bir ideolojinin sokakta değil, mecliste veya sandıkta yürütülmesi gerektiğini iddia ederken Uysal hoca bu düşüncelerin de siyasi bir kontrol söylemi olarak devlete ait olduğunu ve sokakların bu şekilde sterilleştirilerek, halkı sokaktan uzak tutmaya yönelik bir çaba olduğunu söylüyordu. Bu sorgulamalarım veganlığımın son 1 yılı içerisinde oldu. Yani son 1 yılda, sokaklara bakışım değişti. Çevremde değerli bulduğum ve ideolojisine tutunduğum vegan oluşumlara dahil oldum. Etkinliklere katılmaya çalıştım. Verilen görevleri yerine getirmeye çalıştım. Kongrelere, sempozyumlara, topluluk konuşmalarına vs. türcülüğü -akademik bir dille- anlatmaya gittim. Fakat sokağa çıktım mı? Hayır. Fakat bu bana davet edilmiş bir sokak davetini geri çevirerek olmadı, seçimler, depremler vs. derken sokak eylemlerine davet almadığımdandı. Fakat bugün, yani 26.12.2023’de, Kızılay’da bulunan özgürlük heykelinin oradaki sokak hayvanlarına özgürlük oturma eylemine katılacağım. Bu benim ilk sokak eylemim olacak. Korkuyor muyum? Evet. Fakat korkumun bana ait olmadığını biliyorum, o yüzden bu korkunun cesaretimin önüne geçmesine müsade etmiyorum.
Sokağın Siyasi Politikası: Sokak Siyaseti Çok Mu Abartılıyor?
Sokak, kimi durumlarda, var olan siyasi iktidarın anti-yapısı olarak siyasi söylemleri yeniden üretmek adına güçlü bir zemin sağlar. Mihail Bahtin’in karnavalları -mevcut rejime- bir antitez olarak görmesi gibi ben de sokakları öyle görüyorum. Bu elbette ki sadece muhalif kesimlerin bir direniş alanı değildir. Kimi durumlarda, mevcut rejimin söylemlerinin dile getirildiği veya mevcut rejimin aksine farklı siyasi oluşumların birbirlerine karşı tepki gösterdiği bir alan olarak da görebiliriz sokağı. O yüzden de tarihte birçok örneğini gördüğümüz gibi sokakların kontrolü önemlidir. Ayaklanmalar, kalkışmalar, sokaklardan yayılarak bir saltanatı, bir rejimi yıkabilir. Sokak, bir taban hareketini desteklemesi için de sokaktan uzak, siyasi otoriteler tarafından da desteklenebilir. Sözgelimi, tarih yine bize göstermiştir ki sokağa çağrı, bazı durumlarda siyasi zeminin en tepesindeki kesimler tarafından da yapılır. Halkı sokağa indirmek, belirli kesimleri sokak eylemleri için teşviklemek, meclisin yetmediği, hukuksal zeminin yetersiz geldiği noktada bir maymuncuk, aparat olarak kullanılabilir. Bu yüzden de sokağa kim(ler)in, hangi durumlarda çıkacağının bilgisi önemlidir.
Türkiye’de sokak eylemleri, özellikle yaşımın yettiği kadarıyla gözlemlediğim son 20 yılda, iktidar rejime muhalif kesimlerce seslerini duyurabildiği tek siyasi zemin olarak görülüyor. Bu durum beraberinde birçok riski de getiriyor. Bugün Türkiye’de sokağa çıkmak, hukuka duyulan güvensizlikten kaynaklı olarak, eylemcileri korkutmaya yetiyor. Sokak eylemlerinde yakalanmış ve ömrünün bir kısmını hapishanede geçirmiş birçok insan göze çarpar. Bu insanlar, sokağa çıkma potansiyeli taşıyan binlerce, hatta milyonlarca insana da gözdağı vermek suretiyle ibretlik olarak medyada gösterilir. Benim de annemi, babamı, babaannemi korkuya iten şey, kendi dönemlerindeki siyasi çalkantılarda sokaklarda öldürülmüş, gözaltına alınıp hapse atılmış bu insanlardır. Böylesi bir korku dalgası, işe yaramanın ötesinde, kendi işbirlikçilerini de yaratır. Sokağa çıkılmaması yönünde, siyasi iktidarla hiçbir bağı bulunmayan kişilerden öneriler duyarız. Bir noktadan sonra sokakta olma hali, kendi başına suç teşkil etmeye başlar. Sokaklar, barbarların, kaos yaratmaya çalışanların, anarşiklerin alanıymış gibi ele alınmaya başlanır.
Türkiye dışında bir müddet yaşamış insanlarla konuştuğumda, sokakların, herkesçe kullanıma açık, kamusal bir alan olduğu ve istenildiği zaman -sadece iktidar rejime karşı değil- en ufak toplumsal meselelerde bile bulunabilineceği bir yermiş gibi ele alınır. Ülkenin bilmem neresinde bir süre kesintili kalan elektrik, su gibi hizmetleri, yerel yönetimdeki belirli kesimleri, hatta yan sokaktaki sokak sakinlerini protesto etmek için dahi sokaklar bir siyasi zemin olarak kullanılırmış. Bizim ülkemizde ise sokağa çıkmanın, kimi resmi güvenlik güçleri tarafından şiddete maruz kalmak, yerlerde sürünmek, terörist olarak yaftalanmak, sokak eylemlerine tepki gösteren kesimlerce yaralanmak hatta belki de öldürülmek olduğunu 6-7 yaşlarındaki çocuklar bile bilir. Haliyle sokaktan korkmak, her ne kadar sokaklara karşı yaratılan bu algıyı beslese de -bu şartlar altında- çok normaldir. Peki biz halk kesiminden, siyasi çözümlerin sadece sandığa indirgenmemesi gerektiğini bilenler, siyasi söylemlerimizi nerede duyuracağız? Her ne kadar küreselleşmeyle birlikte sosyal medyanın işlerlik kazanması, Twitter, Instagram gibi mecraları böyle bir zemin haline getirse de sokakların bu şekilde atıl kalması normal mi? Veya sokaklardan soyutlanmış bizler, siyasi bir fail olarak kendimizi nasıl özerk hissederiz?
Sokakların sadece belirli ideolojilere sahip kesimlerce siyasi söylem zemini haline getirildiği iddiası da yanıltıcıdır. A ideolojisine sahip kesimin sokakta görünürlük kazanmaya yönelik çok fazla çaba vermiş ve veriyor olması, sokak siyasetinin veya sokakta gerçekleşecek her eylemin faturasını onlara kesmek demek de değildir. Siyasi yapılar, tarih karşısında doğal bir hezeyana uğrayarak değiştiğinde, ki bu kaçınılmazdır, bugün A partisinin -kendi ideolojisine sahip kesimin iktidarda olmasından kaynaklı- sokaklardan uzak olması, yarın onların da sokaklara ihtiyaç duymayacağı anlamına gelmez. Bu yüzden sokakları savunmanın, sokaklarda siyasi bir zeminin varlığını korumanın, kamusal bir yükümlülük olarak biz duyarlı insanların görevi olduğunu düşünüyorum.
Ayşen Uysal, Sokakta Siyaset eserinde, sokaktaki eylemlerde hem resmi güvenlik güçlerinin hem de eylemcilerin, kendilerince sokak eylemlerinin sürdürülmesine veya sürdürülememesine dair stratejiler geliştirdiklerinden bahseder. Güvenlik güçleri, ellerinde video kameralarla eylemcileri video kaydına alırlar. Böylece eylemciler üzerinde bir dikizci edasıyla görülme, afişe olma baskısı yaratırlar. Aynı şekilde eylemciler de video kameralarla güvenlik güçlerini videoya alırlar ve onların her hareketinin belgelendiğini, muhtemel bir gayriresmi tutumda gerek sosyal medyada dolayımlanarak halk kitlesi tarafından gerekse de yargı karşısında bir kanıt niteliğinde eleştiriye tutulacağı endişesini dayatırlar. Karşılıklı bu stratejilerde, güvenlik güçleri, tutumlarıyla bir yanıyla -ben gibi- korkak eylemcilere geri adım attırırlar. Sokakta damgalanmak, sicilin kirletilmesi, gündelik hayat ilişkilerini de zora sokacağı düşünülür. Sözgelimi, damgalanmış, sicili kirlenmiş bir eylemci, devlet dairelerinde veya devlete doğrudan/dolaylı bağlı kurumlardaki güvenlik soruşturmasından geçemez ve işsiz kalabilir. Sokakların bu şekilde kontrol altına alma çabası, güvenlik güçlerini araçsallaştıran devlet iktidarı tarafından -yöntemler tartışılmakla birlikte- bir yanıyla zaruridir. Bugün en refah, en insan haklarına duyarlı ülkelerde dahi, sokakların güvenlik güçlerince kontrol altında tutulması zorunlu görülür, keza sokaklar, ulusal güvenliği zedeleyen eylemleri de doğurabilir.
Sokak Hayvanları Sorununda Sokak Siyasetinin Rolü
Şimdi denebilir ki “bu kadar sokak siyasetine dair konuşmadan sonra bu mevzu bugünün sokak hayvanları sorununa nasıl bağlanacak?”. Yerinde bir soru, şöyle ki sokak siyasetiyle sokak hayvanları sorunu, doğrudan bir biçimde birbirleriyle ilişkili görülmez, bunun nedeni de sokakta siyaset yürütmeye çalışan aktörler, insanlardır. Hal böyle olunca da sokak siyaseti bağlamında sokağın aktörlerine ilişkin söylenmemiş her söz, konuyla doğrudan ilişkili görülmez. Ben bu görüşe karşı çıkmak istiyorum. Bunun nedeni de önceki yazılarımda biraz değinmiş olduğum, genel açıdan kentlerin, özelde ise sokakların beşeri düşünceler üzerindeki etkilerinin insan üzerinden insan-olmayan canlılara etki etmesidir. Burada kastettiğim, sokakların nasıl tasarlandığı değildir. Sokakların nasıl ve ne biçimlerdeki sokak siyasetlerine zemin sağlayıp sağlamadığıdır. Devlet iktidarı tarafından sokak siyasetinden sterilize edilmeye çalışılan bir sokak, aynı zamanda sokaktaki karşı-söylemsel zemini/anti-yapıyı da yıkmaya çalışır. Sokakta yaşayan canlılar[1], söylemlerini, bedenleriyle var ederler. Söylem, sadece dil aracılığıyla inşa edilmez ve aktarılmaz. Beden de bir söylem aracı olabilir. Bedenin varlığı, kendi başına bir söyleme işaret eder. Burada söylemi üreten o bedenin kendisi olmasa da yeniden üreten olabilir. Sokakta yaşayan canlılar da kendi üretmedikleri söylemleri, bedenleriyle var olarak yeniden üretirler. Sokaklar, bu dört ayaklı arkadaşların bedenleriyle siyasi bir zemin olarak tasdiklenir. O yüzden de sokaklardaki bu söylemi kırmak, yok etmek, dili dil aracılığıyla susturmak veya düşünceyi değiştirmek değil, bedeni ortadan kaldırmaktan geçer. Devlet iktidarının endişesinin sokakların güvenlik kaygısı olduğunu değil, kendi söylemlerine karşı direnen bu bedenleri yok ederek, sokaklardaki söylemsel zeminin kontrolünü yine ellerine almaya çalışmak olduğunu düşünüyorum. Keza, dikkat edilirse, sokakta yaşayan canlıların iyileştirilmelerine yönelik her çözüm gözardı ediliyor: ki onlar sokağın anarşikleri.
[1] Önceki yazılarımda sokak hayvanları sorununu -bilerek- sokak köpekleri sorununa indirgemiştim, çünkü gördüğüm kadarıyla sokaktaki köpekler şiddete uğruyor, öldürülüyorlardı. Sokakta yaşayan kedilerin bu konudan muaf tutulduklarını sanırdım, fakat yanılmışım. Her ne kadar sokakta yaşayan köpekler kadar olmasa da sokakta yaşayan kedilere karşı da bir nefret mevcuttur. O yüzden önceki yazılarımdaki hatamı düzelterek burada “sokakta yaşayan canlılar” diyeceğim.