30 Aralık 2023 Cumartesi

“Toplum Diye Bir Şey Yoktur”: Tekil İlişkileri Toplumsallaştırma Sorunu


Geçenlerde bir arkadaşımla birlikte, birlikteyken yaşadığımız bir durum üzerinden bir eylemin doğruluğu ve yanlışlığı üzerine konuşmaya başladık. Muhabbetimizin ilk kısımlarında, eylemin doğruluğunu, bağlam içerisinde değerlendiriyor, o bağlamdaki tutumlarımıza örnekler vererek eylem karşısındaki değişken hissiyatlarımızı ele alıyorduk. Muhabbetimiz bir noktadan sonra kişisel hissiyatlarımızdan çıktı ve daha makro ölçekte bir tartışmaya evrildi. Artık eylemi, kendi bağlamımız üzerinden düşünmüyor, arkadaşımın tabiriyle bir çeşit “sosyolojik bir tespitle” o eylemin toplumsal konumunu tartışarak, kendi tutumlarımızı değerlendiriyorduk. İş böyle olunca huzursuzlanmaya başladım, çünkü bir türlü uzlaşmaya gitmiyorduk. Bunun nedeni de onun kafasındaki toplumsal imgeyle, benim kafamdaki örtüşmüyordu. O benim olumsuzlayarak yaklaştığım eylemi, toplumsal açıdan tabu olduğu için benim de o eylemi bir tabuymuş gibi algıladığımı düşündü. Haliyle ben onun gözünde, toplumsal açıdan tabu olan şeyi yeniden üreten birisiydim. Açıkçası ben eylemin doğruluğunu-yanlışlığını değerlendirirken, o eylemi savunma veya karşı çıkma nedenlerimin arasında tabu veya toplumsal olup-olmaması yoktu. Bir eylemin tabu olması veya olmaması, o eyleme karşı hislerimden yola çıkarak onu savunmam veya karşı çıkmam için bir neden değildi. Fakat arkadaşım, tabu olan bir şeyi -sanki ben de tabulaştırıyormuşum gibi- olumsuz eleştirdiğim için, kararımın toplumsal açıdan o eylemin tabu olmasından doğduğunu varsaydı. Ben onun gözünde, toplumsalın koşulladığı, pasif bir aktördüm, ki bir noktada bana “bir etnolog olarak bunları düşünmemiş olmana şaşırdım” dedi. Her ne kadar tartışmada neyin tabu neyin tabu olmadığının, neyin geleneksel neyin geleneksel olarak aktarılmadığının fikirlerimde bir etki etmediğini, ilgili eylem için kendi tutumlarımın geçmiş tecrübelerimdeki hislere dayandığını söylesem de kendimi dinletemedim. Üstüne üstlük bu durum karşısında soğukkanlılığımı koruyamayarak sinirlendiğim için de karşı tarafa sanki kendimi savunmak için çırpınıyormuşum imajı yarattım. Oysa ki belki de yapmam gereken şey -mütevazılıktan kurtularak- karşımdakinin olaylara yapısalcı yaklaştığını ve aslında -onun anladığı biçimiyle- toplum diye bir şeyin olmadığını söylemekti. Émile Durkheim’ı eleştiren Gabriel Tarde’nin çıkışı gibi birey olarak söylemlerimin “toplumsal olan” karşısında eritilmesine, indirgenmesine müsaade etmeyeceğimi belirtmeliydim. Fakat nasıl ki Türkiye akademisinde Durkheim, Tarde’ye nazaran daha çok benimsendi ve -üstüne üstlük yanlış da algılanarak-, social fact kavramı  “dinamik bir gerçeklikten” ziyade “statik, değişmez bir gerçeklik” olarak algılandıysa, ben de onca çabama rağmen kendi fikirlerimi toplumsalın içinde eritmeye çalışan birisi olarak tanımlandım. Hatta arkadaşıma göre bunun da farkında değildim, çünkü bir etnolog olarak bunu araştırmamış ve üstüne düşünmemiştim.

Birey – Yapı Dikotomisi: Bireyin Failliği?

Şimdi gelelim, ben tartışmada neyi kastettim? Daha doğrusu, bizi uzlaştırmayan görüş ayrılıklarımız neydi? Bir kere çok temel bir konuda uzlaşamadığımızı düşünüyorum, o da birey ve yapı ilişkisinde. Arkadaşımın beni “yapı içerisindeki bir birey” olarak tanımlaması, sosyo-kültürel yapı ile benim fikirlerimin ayrı şeyler değil, yapının benim fikirlerimi kapsadığı fikrini savunduğu anlamına geliyor. Buna da kendi bağlamımızdan konuşurken, konuyu rahatlıkla genellemesine, kamusal olanla bizim örneğimizi aynı potada eriterek söylem üretmesinden anlıyorum. Bir şeyin bence yanlış olmasıyla sokakta kimi insanların aynı eylemi yanlış görmesi veya başka kişilerin tarihsel süreç içerisinde buna bugün benim gibi anlam yüklemesi, onun için aynı şeydi. Bu kritik bir hata. Bu tarihsel bir özcülüğe de kapı aralayan bir bakış açısı ki eylemler zamanın kendi özgül niteliği içerisinden ayrı düşünülmez. Heidegger’in Dasein kavramı da buraya oturur, varlık, ancak zamansal bağlama gebedir. Dasein’i bir bilgi nesnesi haline getirmek, yani zamanın bağlamından soyutlamak ve tümel bir önerme altında işlemek, onun ontolojik niteliğini de zedeler, o artık varolmayanın temsili haline gelir. Demek istediğim, benim kendi düşünce ve hislerimle tanımladığım bir eylemi, başka bir eylemle karşılaştırmak, bir kere ontolojik açıdan elma ile armutu karşılaştırmak gibidir. Bu da bireyin yapının içerisinde var olmadığı, birey ve yapının, ki böyle bir ayrım varsa, ayrı şeyler olduğudur. Ayrıca, neyin ayrı neyin birlikte olduğu da tartışmalıdır. Claude Levi-Strauss, yapısalcılığını inşa ederken, üç temel sacayağı üzerine kurar teorisini: Marksizm, dilbilim, psikanaliz. Marksist taraf, bir dikey hiyerarşik katman verir, alt-üst ilişkisi. Dilbilim, Saussureyen bir çizgide, gerçekliğin dilin içinde gizlendiği/var olduğu fikrini verir. Psikanalizde de Freud’un bilinçdışı kavramı ortaya çıkar. Böylece ortaya, toplum denen bir yapının, içerisinde varolan bireyleri koşulladığı, bireyler arası ilişkilerin dilsel bir gerçeklik gibi kendisini yapıda gösterdiği ve yapının derinliklerindeki dinamiğin, bilinçdışı kavramı gibi değişip-dönüştüğü iddiası ortaya çıkar. Arkadaşımın inatla benim kendime verdiğim ve kavramları kendi tecrübelerime referansla tanımladığım kısımları görmek istememesi ve benim söylemlerimin altında yatan toplumsal/yapısal gerçekliği araması şaşırtmadı. Her defasında, onun bana yapıştırmaya çalıştığı gerçekliklerden sıyrılmaya çalışarak, onun benim hakkımda iddia ettiği şeylerin yanlış olduğunu söylemeye çalıştım. Keza, ne eylem, ne hislerim, ne de düşüncelerim, sadece o bağlamda ortaya çıkmamıştı, bu ona göre doğumumla bana yüklenen bir anlayıştı. Oysaki beni dinleyebilseydi, söylediklerimde bana özgü nitelikler görebilirdi.

Bireylerin failliği, şaşırtıcı olmamakla birlikte, çoğu zaman göz ardı edilir. Bakınız, burada bilinçli veya bilinçsiz gibi bir ayrım üzerinden, rasyonalist bir yaklaşımla, failleri kategorize etmiyorum. Bana göre her birey, faildir. Eyler, eyletir, isterse de eylenir. Geleneksel olan şeylerin kimi faillerce sahiplenilmesi, o geleneksel eylemlerin, faillerin faillikleri dışında gerçekleştiği varsayılır. Fail, doğrudan bir biçimde bunu dilsel düzlemde ifade edemezse, ki fail olması için dilsel bir yeterlilik şart değildir, bu onun geleneksel bazı normlar tarafından koşullandığı anlamına gelir, arkadaşım böyle düşünüyor. Ben ise aksini düşünüyorum, bireyler, toplumsal denen şeylerle ilişkilenmelerini doğrudan veya dolaylı olarak yaparlar ve faillikleri mevcuttur. Sözgelimi, evine sağ ayakla giren birisi, dinsel bir yapının eylemini sahiplenmiştir. Bu kişi bu eyleme ne anlam yüklüyor? Bu dinsel yapıyla nasıl bir ilişki içerisinde? Bu eylemi gerçekleştirdiğinde ne hissediyor? Bunun nasıl anlamlandırıyor? Bu soruları, birbirinden farklı 10 kişiye sorun, aynı cevapları almazsınız. Cevapların farklılığı bile benzer eylemlerin failler tarafından farklı alımlandığını gösteriyor. Hal böyle olunca da bir eylemi geleneksel diye tek bir anlama sıkıştırmak, o eylemi sahiplenen kişilerin özgül niteliklerini göz ardı etmek anlamına gelir, şayet o zaman bireyin failliği göz ardı edilir ve yapısalcı bir yerden fail pasif kılınır.

C. Wright Mills’in “Sosyolojik İmgelem” Kavramı Bize Ne Anlatır?

Mills’in bulunduğu dönemi şöyle bir düşünürsek, 20. yüzyıl başları ABD’de pozitivizm rüzgarları esmektedir. Yukarıda geçen tartışmalardaki bireyin esamesi bile okunmaz bu yıllarda. Yapı, kendisini bireye dayatır, bireyin de tek yapması gereken yapıya uygun bir yaşamı benimsemesidir. Diğer türlüsü, Durkheim’ın iddia ettiği şekliyle anomali halidir. Her ne kadar Durkheim’da bu durum, organik ve mekanik dayanışma ayrımıyla seyreltilmiş olsa da Mills’in dönemindeki esen etkili hava pozitivizmdir. Mills ise pozitivizmi eleştirir ve hümanist bir zemin üzerine kurar teorisini. Ona göre bireyler ile yapı arasındaki ilişki gözardı edilmemelidir. Bireyin biyografisi ile yapının biyografisi yani tarihi ilişkilidir. Yapıyı ele almak için bireylere bakmak, bireyleri ele almak için yapıya bakmak gerekir. Döneminde etkili bir düşünce fakat bugün işe yaradığını düşünmüyorum, çünkü bu görüş, bireyi yapıya, yapıyı da bireye zorunlu kılmaktadır. Kartezyen düşüncenin eleştirilen düalizmi, burada Mills’de birey ve yapıda yeniden üretilir. Haliyle yapı ve birey bir bütünün parçaları gibi işlemeye başlar. Oysaki ilerleyen süreçte iddia edeceğim üzere “toplum, yani yapı diye bir şey yoktur”. Kartezyen düşüncenin Mills üzerinden yeniden üretilmesi, ilerleyen başka tartışmalarda, örneğin, kültür – doğa, kadın-erkek, iyi-kötü, ruh-beden gibi düalitelerde de kendisini gösterir. O yüzden, Mills’in yapı için bireyi, birey için yapıyı zorunlu kılmasına gerek kalmadan, bireyin bireyliğini ifade etmesi için yapıdan bağımsız başka bir bireyi veya bireyleri; yapıların, ki yine iddia ediyorum, böyle bir şey varsa, başka yapılarla kendisini ifade edebilmesinin önü kapatılmamalıdır. Şimdi gelelim tartışmamıza, Mills’in bu “sosyolojik imgelemi” bizim tartışmamızı, yani arkadaşımın savını destekliyor mu? Bir bağlam içerisindeki eylemi sorunsallaştırmamızda, bu eylemin bir imgelem olduğu fikrini desteklemekle birlikte, bunun sosyolojik olduğu, yani toplumsal olduğu fikrini ve yapıyla ilişkisinin zorunlu olduğu fikrini desteklemiyor. Mills’e kalırsak, muhabbete kendi deneyimlerimizden de başlamamız gerekmeyebilir, belki de tümdengelim yaparak, toplumsal olanın ne olduğuyla kendi tecrübelerimize doğru olguları soymamız gerekir.

Mills’i Bırak, Sana Latour Vereyim”: Toplumsalı Yeniden Toplamak

Bruno Latour, “Reassembling the Social: An Introduction to Actor-Network-Theory” eserinin girişinde, basit ama düşünmesi zor bir soru sorar: “Toplumsal Olan Nedir?”. Bir müddet okumayı bırakıp, düşünün bakalım. Ben ilk olarak düşündüğümde şu cevaplara ulaştım: “Toplumsal olan, belirli bir çoğunluğa hitap eden şeydir”, “Toplumsal olan, kamusal alanda yeniden üretilen bir şeydir”, “Toplumsal olan, hukuken üzerine konuşulmaya değer olan şeydir”, “Toplumsal olan, bir tarihsel sürece sahip olan şeydir”… Cevaplarım bu şekilde gitti. Latour, ikinci bir soru sorar: “Peki biraz daha açalım, bir şeyin toplumsal olduğunu söylerken o şeyi nasıl değiştiririz/tanımlarız? Örneğin, Toplumsal Sorun, Toplumsal Yapı, Toplumsal İş…”. Bu noktada da “her ne toplumsal ise onun çoğunluk tarafından yapılmasıdır” gibi bir kaçış mümkün değildir. Sözgelimi, “Toplumsal Sorun” dediğinizde, bir sorunun, topluma ait herkesi etkilediği varsayılır, bir çeşit herkesin bunu sorun ettiği düşünülür. Bununla beraber de toplumsal sorunun özellikleri, etkileri, tarihsel süreci, alımlanması vs. aynı şekilde toplum üyelerinin düşünceleriymiş gibi kabul edilir. İşte bu noktada Latour der ki toplumsal sıfatı, ilişkisellik ile ortaya çıkacak bağlamdaki bireyi soyutlar ve onu bir ağ içerisinde pasif kılar. Bir sorun, bir kesim çoğunluğa olumsuz etki edebilir, fakat bu başına “Toplumsal-” eki getirilerek, bireylerin kapsanması anlamına gelmemelidir, çünkü çelişmezlik ilkesi doğrultusunda bir önerme, aksi bir örnekle karşılaştığında, çürütülmüş demektir. Bunun için de bir şeyleri toplumsallaştırmak, ona toplumsal sıfatı takmak, kendi başına bir çelişkidir, çünkü bir tane bile aksi örnek, bu önermenin doğruluğunu zedeler. Mills için bu sorun değildir, ona göre zaten “Toplumsal sorun” kısmında, sorunun nedeni toplumsaldır, yani yapıya içkindir, haliyle de bireylerde aksi bir örnek ortaya çıkarsa, o bireylerin yapıdan ayrıksı, anomali olduğu anlamına gelebilir. Yapı burada öncellenir. Bireyler dahi tekil değil, en fazla tikel, bir topluluk olarak ele alınır. Oysaki bence “Toplumsal sorun” diye bir şey yoktur, çünkü her sorun zaten toplumsaldır, “Özel olan politiktir”.

Latour, bırakın insan-insan ilişkisini, insan – nesne ilişkisinin dahi betimlenerek kendi ilişki ağı içerisinde tanımlanabilineceğini söyler, yani bizlerin bir şeyleri toplumsallaştırmadan, geleneğe içkin kılmadan önce, ki buna gerek de yoktur, ilişkiye odaklanmamız gerekir. Burada Protagoras gibi her şeyin ölçüsü insanı koymuyorum. Latour da böyle yapmaz. Hatta Latour da bireyi bazı noktalarda pasifleştirmeye kadar gider, çünkü Latour’a göre nesnelerin de faillikleri vardır ve insanlarla nesneler arasındaki ilişkide nesnenin de özgül konumu önem arz eder.

Sonuç

Peki, bir şeyleri toplumsallaştırmanın ne zararı var mı? Başlıkta da geçtiği gibi tekil ilişkileri toplumsallaştırmak neden bir sorun teşkil eder? En önce söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim, böylesi bir çaba, birey karşısındaki yapıya işaret edeceği ve yetki ondaymış gibi davranılacağı için bir kaderciliği yeniden üretir. Birey, edilgen bir biçimde, yapı karşısında koşullandığı varsayılarak, ne eylemlerinin sorumluluğu üstlenilir, ne de düşünsel yapılarından dolayı yargılanırlar. Bireyin iddia ettiği şeyler, ucundan kıyısında yontularak, toplumsal denilen söyleme sıkıştırılır, fakat iş soruna çözüm aramaya gelindiğinde, toplumsal olduğu söylenilen söylemlere pratikte denk gelinmez. Hadi gidin tabu dediğiniz kimi geleneksel davranışları sahada gözlemleyin. Nereye gideceksiniz? Ankara? İstanbul? İzmir? Mardin? Hatay? Antalya? Şırnak? Ben söyleyeyim, nereye giderseniz gidin, orada toplumsal dediğiniz sınırlarla çizilmiş şeyler göremezsiniz, oraya gittiğinizde, o bölgenin sosyo-kültürel yapısı içerisinde kendi özgül ilişkilerini inşa etmiş kişilerin -geleneksel dediğiniz eylemlerden anladıkları şekilde- var olduğunu görürsünüz. Toplumsal olarak tabu dediğiniz şeyin, şehrinizin dışına dahi çıkmadan, farklı farklı hanelerde, farklı biçimlerde algılandığını görürsünüz. Bu durumda, neyin toplumsalı bu? Bireylerin eylemlerini, bireyleri -iddia bile etmedikleri- yapıları yeniden üretmekle suçlayarak, neden göz ardı ediyoruz?

Tartıştığımız konuya dönecek olursak, kızgınlığımın, bir konuda haklı olup, olmamaktan değil, hiçbir şekilde iddia etmediğim düşüncelerin “toplumsallık” adı altında üstüme yapıştırılmasından kaynaklandığını bile dile getiremedim. Bazen kendimi L. Wittgeinstein gibi hissediyorum: “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı”. Büyük kavgalar, hep konuşulmayanlar üzerine konuşma çabalarından kaynaklanır. Fakat kalkıp karşıdaki kişiye “Hadi bırak canım toplumsala ilişkin konuşmayı, gel tekil örnekler üzerinden gidelim” diyemediğimiz durumda, zihnin yapısal düşünme tembelliğine kapılıp, yine dönüp dolaşıp konuşulmayan hakkında, yani toplumsal olan hakkında konuşmaya çalışırken kendimizi yakalarız. Belki de en iyisi şair olmalıyım, böylece konuşulmayan üzerine konuşma ihtiyacımı, -Witt’in eleştirdiği biçimiyle dilsel dolambaçlığa kapılmadan- şiirsel konuşarak gerçekleştiririm. Dil, gündeliğe yani gündelik eyleme işaret etmediği sürece bağlamsızdır ve sadece başka bir dile referans veren dil görevi görür, ki bu da dilin yanlış anlaşılmanın bir sonucu olarak -pejoratif anlamıyla ayakları yere basmayan soyut- felsefeyi doğurur.

“Gerçeklik” bir dönem üzerine konuşulması gerekli bir şeymiş gibi algılandı ve bilmem neyin gerçekliği gibisinden gerçeklik havuzu oluşturuldu, fakat bilinçli düşünürler bunun “üzerine konuşulmayan konu” olduğunu anladılar ve sustular. Şimdilerde de ortalıkta bir “Toplumsallık” var ve bilmem neyin toplumsallığı, toplumsalı gibi söylemler duyuyorum, belki Latour gibi daha çok kişi zamanla bunun “üzerinde konuşulmayan konu” olduğunu anlarlar.


Yayınlandığı Yer: http://www.toplumveutopya.com/toplum-diye-bir-sey-yoktur-tekil-iliskileri-toplumsallastirma-sorunu-erhan-korkmaz/

26 Aralık 2023 Salı

Bağımlı Bağımsız Saha Araştırmacısı: Akademiden Sahaya Uzun İnce Bir Yol


Bugün kendimi, “alanında yeni bir etnolog” olarak tanımlamama rağmen uzmanlık alanımın vasıflarından soyutlanmış hissediyorum. Nasıl ki bir diş hekiminin hekimlik hissiyatına erişmesi için temel gereksinimi dişlerle kurduğu -doğrudan- ilişkilere dayanıyorsa, nasıl ki bir inşaat mühendisinin mühendis olarak hissetmesi için -en azından işinin bir kısmında- inşaatın o toz kokusu içerisinde bulunması gerekirse, benim de bir etnolog olarak sahada -doğrudan bir biçimde- araştırdığım konulara temas etmem gerekiyor. Aldığım lisans eğitimim ve halihazırda sürmekte olan yüksek lisans eğitimim boyunca sahaya uygunluğum konusunda teorik kazanımlar peşinde koştum. Bir saha araştırmacısı olarak sahada nasıl etkileşim kurmalıyım, kendimi nasıl konumlandırmalıyım, sahanın etik sınırları nelerdir, sahada hangi teknikleri kullanmalıyım, çalışmamda sahadaki aktörlere ne kadar yer vermeliyim, kendime -araştırmada- ne kadar yer vermeliyim ve daha birçok yığınla sorunun peşinden gittim. Hatta sadece bu soruların peşinden gitmekle kalmadım, benden önce yapılmış saha araştırmalarını da metodolojik açıdan eleştirmeye çalıştım. Hangi araştırmacı, hangi noktada “çuvallamış”, ben olsam burada ne yapardım?..

Tedrisatımın ilk yılını alana alışmakla geçirdiğim için saymıyorum, geri kalan toplamda 4 yıllık süreçte yoğun bir biçimde kendimi -sahaya uygun biçimde- geliştirmeye çalıştım, ki halen de çalışıyorum. Fakat artık bir şeyler beni rahatsız etmeye başladı. Ben tedrisadi eğitimimi teorik tartışmalar üzerinden yürüttükçe bunun sonu gelmiyor, sonu gelmemekle birlikte bu durum bazen kendi çevremde dönüyormuşum gibi hissetmeme neden oluyor. Dön Allah Dön!.. Bourdieu’nun sermaye biçimleri arasındaki sermayeder aktörü, Goffman’da yapısallaşarak -uzamsal okumayla- durumun pasif bir aktörü haline gelir, oradan Latour, bu aktörün konumunu insan-olmayana kadar genişletir ve nesneyi ilişkiselliğin içine katar, Latour’un failliği, Geertz’in anlam ağına sıkışmış varlığıyla birleşerek, ontolojik bir soruşturma doğrultusunda Weberyan bir anlam ilişkisiyle öznelerarasılığa yer açar, falan filan… Günlerim, haftalarım, aylarım, yıllarım, tam da bu şekilde okumalarla geçti, geçiyor. İyi hoş, bunları tartışmaktan gocunmuyorum, bu zamana kadarki tartışmalarımın bana büyük katkıları oldu, fakat peki ben sahaya ne zaman çıkacağım?

“Aaa Erhan, seni tutan nedir? Sen bir araştırma projesi hazırladın da sana ‘dur yapma’ mı dendi?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, sevgili okuyucum, maalesef ki dendi. Bundan yaklaşık 2 ay kadar önce kent yapılanmaları ve sokak hayvanları arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırdığım nitel bazlı bir saha araştırması projesi hazırladım. Kent ve sokak hayvanlarıyla ilgili STK’larla derinlemesine görüşmeler yapacaktım. Şu anki yüksek lisans öğrencisi olduğum Hacettepe Üniversitesinin etik kurul komisyonuna böyle bir araştırmam olduğundan ve bağımsız bir araştırmacı olarak etik kurul onayı almak istediğimi söyledim, reddedildim[1]. Gerekçe ise başvuru şartı olan doktora yeterliliğimi tamamlamış olmamamdır. Diğer üniversitelerin etik kurul komisyon sayfalarını araştırdım, onlar da kendi öğrencilerine, bazı şartlar doğrultusunda etik kurul onayı veriyorlarmış. Ee peki ben -bağımsız bir araştırmacı olarak- nasıl saha çalışması yapacağım? Şayet araştırmacı olarak niteliğime dair şüphe varsa zaten etik kurul değerlendirme sürecinde red almaz mıyım?

Bu durum o kadar canımı sıktı ki anlatamam. Zaten alanımdaki akademik kadrolara yönelik kırılan şevkim, üstüne saha araştırması yapamayacağımı öğrenince, daha da kırıldı. Şu aralar teoriye dair soğudum, kimin neyi nasıl formüle ettiğini dert edinmez oldum. Akademisyen dostlarım, çalıştıkları konulara dair çeşitli teorisyenlere yönelik tartışmalar başlattığında, belirli oranda bildiğim kadarıyla tartışmaya dahil olsam da içten içe “neyse ya bırak şimdi bunu, gündelik şeylerden konuşalım” diyesim geliyor, ki -Allah affetsin- bazen de diyorum.


Teoriye Gömülmek: Pratik – Teorik Dikotomisi

Sosyal bilimler camiası içerisinde teoriyle pratik arasında bir çatışma olduğu varsayılır. Sözgelimi, nicel-nitel araştırma yürüten sosyal bilimciler, teorik tartışmalar yürüten teorisyenleri, felsefecileri bu anlamda eleştirirler. Sanılır ki gündeliğe içkin değerlere yönelik kavramlar üzerinden tartışmalar yürütmek, düşünürü, ilişkiselliği “zamanın ruhu” doğrultusunda kurmadığı, ilişkileri doğrudan gözlemlemediği, okuyucusuna veri sağlamadığı, teorik zeminini yine teorik tartışmalara referanslı kurduğu yönünde “temelsiz” görülür.[2] Bazı durumlarda da tam tersi şekilde işler eleştiri mekanizması, ampirik gözlemlerle saha araştırması yapan araştırmacılar, teorisyenler-düşünürler tarafından tarihi kapsayıcı biçimde ele almadıkları, gözlem verilerini bağlam-odaklı kurarak bütüncül bir yaklaşımdan -kavramsal çerçeveden- yoksun oldukları yönünde eleştirilirler.

Ben ise bu dikotominin, araştırmacının ve araştırılan nesnenin konumunun dışlanmadan yapılması gerektiğini düşünüyorum. Şayet bugün sahaya yönelik metodolojik tartışmaların temellerinin Hans-Georg Gadamer, Paul Ricoeur, Martin Heidegger, Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve daha birçok filozofun söylemleri üzerinden de şekillendiğini göz ardı edemeyiz. Tam tersi şekilde, birçok felsefi tartışmaların da saha çalışmalarına atıf yaptığını göz ardı edemeyiz. Bir etnolog olarak kendimi konumlandırdığım nokta, böylesi bir ayrımda, beni pratik olanın alanına itmektedir. Aldığım tedrisatta, ilişkiselliğin nasıl kurulduğunu, toplumların/toplulukların dinamiğinin hangi öğeler üzerinden inşa edilmeye çalışıldığını, devletmerkezci olsun veya olmasın, politikaların gündeliğe nasıl etki ettiğini sahadan ayrıksı düşünmememi öğretti. Hal böyleyken de -sahadan uzak bir biçimde- teorik tartışmalara fazla gömüldüğüm noktalarda, sahada edinmem gereken saha tecrübelerimden pay çaldığımı hissediyorum. Hak verirsiniz ki saha tecrübesiyle teorik tecrübe arasında bir fark var. Lisans eğitimim boyunca ödev mahiyetinde sahaya çıktığım zamanlar, öğrenmiş olduğum teorik alt yapımın sahaya doğrudan uyarlanmadığını, karşımdaki aktörle girdiğim ilişkilerde alternatif ilişkilenmelere girmem gerektiğini fark ettim. Örneğin, sahada görüşme yaptığım aktörlerin, hangi noktalarda etik hassasiyet taşıdıklarını, neyi nasıl söylersem bana karşı güvensizlik duyacaklarını, yine sahada tecrübe ettim.

Bugün sosyal bilimler camiasında, bir konu hakkında teorik bir makale çıkardığım zaman, dergiye yollayana kadar hiçbir engelle karşılaşmıyorum. Hatta, dergiyi de makalemin niteliğine göre belirlersem, derginin hakem sürecinde de red alma riskimi azaltabileceğimi biliyorum. Bu durum, ben ve benim gibi birçok saha-odaklı araştırmacıyı, saha pratiğinden uzaklaştırarak, teorinin alanına çekiyor. Çevremde, hayatında sahaya çıkarak uzun erimli saha çalışması yürütmemiş fakat sahaya yönelik teorik konularda taş üstünde taş bırakmayan çok fazla sosyal bilimci görüyorum. Bunun bir nedeni de benim örneğimde görüldüğü gibi, akademinin saha çalışmaları noktasında içine kapanık, tutucu bir rolde olmasıdır.


Bağımsız Araştırmacılar Neden Bağımsız?

“Bağımsız Araştırmacı” diye bir şeyi ilk duyduğumda lisans eğitimimin 3. yılındaydım. Her araştırmacı bağımsız değil miydi ki araştırmacının önüne “bağımsız” sıfatı eklenmişti? Kendisini bağımsız araştırmacı olarak görmeyen araştırmacılar, neye veya kim(ler)e karşı bağımlıydılar? Sanıyorum, bir üniversite kurumuna, bir enstitüye, bir vakfa veya herhangi bir oluşuma dahil olmak araştırmacıyı bağımlı kılıyor. Bu da araştırmacının yapacağı araştırmalarda sadece kendisini değil, aynı zamanda içerisinde bulunduğu kurumu da temsil ettiğini gösteriyor. Sözgelimi, derin yoksulluk üzerine gecekondu bölgelerinde bir saha araştırması yürüten bir araştırmacı, bunu bir kurum içerisinde gerçekleştiriyor ve araştırmanın raporu da kurumun bünyesinde yayımlanıyorsa, bu o araştırmacıyı bağımlı kılıyor. Peki, bir araştırmacı, bir kurum altında değil de kendisinin oluşturduğu bir proje kapsamında bir araştırma yürütüyorsa bu o araştırmanın raporunda sadece araştırmacının mı mesul olduğunu gösteriyor? Burada şu soruyu sormakta fayda var: Bir araştırmacı, bağımsız bir biçimde, neden bir araştırma projesi tasarlar? Araştırmacının o konuya merak duyuyor olması yeterli midir? Bana kalırsa yeterli bir gerekçedir. Fakat aldığım tedrisat boyunca öğretildiği üzere, bir araştırmanın, toplumsal açıdan bir soruna çözüm getirmesi gereklidir. Bir araştırmanın tek çıktısı o araştırmaya dair yazılmış makaleler, kongre sunumları olması yeterli değildir. Belki de bu şekilde düşündüğümüzden dolayı bugün Türkiye’de bağımsız bir araştırmacının, bir kuruma eklemlenmesi ve sırf merakı doğrultusunda saha araştırması yapmaması beklenir. Burada araştırmacının, bağımsız bir biçimde yürüttüğü araştırmada, toplumsal bir soruna işaret edemeyeceği düşüncesi mi yatmaktadır?

Saha-odaklı sosyal bilim araştırmacıları, teoriyle içli-dışlı oldukça, gözlem yeteneğini kendi gündelik hayatında işlerliğe koymaya çalışır. Sahaya çıkmamak -veya çok az çıkmak- belki de araştırmacıyı kendi hayatını delik-deşik etmesine neden olmaktadır. Kendi hayatıma baktığımda, gündelik ilişkilerimde, hep araştırmaya değer konular gözüme çarpıyor. Hatta bazen -bazı konularda- kendimi bir araştırma nesnesi haline getirerek, oto-etnografik bir taraftan, kendimi araştırmayı dahi düşünüyorum. Bu durum aşırıya kaçtığında, sosyal bilim alanı dışındaki mesleklere öykünerek, mesleğimin bir önlük gibi sabah gardıroptan çıkarıp giyilebilir, akşam da belirli bir saatten sonra çıkarılabilir olmasını arzuluyorum. Üstüme yapışmış gözlemci kimliğim, gündeliğin akışı içerisinde bir oyunbozan konumuna yerleştiriyor beni. Bunları anlatıyorum çünkü “bir araştırmacı olarak bağımsız olmamam ne kadar mümkündür?” sorusunu düşünüyorum. Biz saha-odaklı araştırmacıların, gerek kendi gündelik hayatlarımıza ilişkin, gerekse de başkalarının gündelik hayatlarına ilişkin, bağımsız bir biçimde araştırma yürütmek istememizin ne zararı olabilir? Otoriter bir kurum tarafından denetlenmemiz, araştırma konumumuzun ne kadarını içeride ne kadarını dışarıda bıraktığımız, araştırma konusu olarak belirlediğimiz kesimlerin kimler olduğu, gayri ihtiyari bir biçimde, politik de bir mevzudur. Belki de içerisinde bulunduğumuz sosyal bilimler camiası, politik endişeler taşıdığından dolayı, bağımsız araştırmacılara araştırma alanı tanımamaktadır. Bu yüzden de başvurduğum etik kurul komisyonu bana TÜBİTAK gibi araştırma fonu sağlayan kurumlara başvurmam gerektiği öğüdünü veriyor. Bu -araştırmacı dışlayan- bir mesuliyet ikamesidir.


Sonuç ve Tartışma

Her sosyal saha araştırmacısının hayatında en az bir kere denk geldiği bir tartışma var: İyi bir sosyal bilimci nasıl olmalıdır? Bu tartışmada bazen kıyametler kopar, alanında tanınan kalburüstü akademisyenler birbirlerine giydirirler, disiplinler çatışması ortaya çıkar, kimin hangi metodolojiyle araştırma yürüttüğü ve bunun ne kadar “doğru veriye” ulaşmada doğru bir yöntem olduğu tartışılır. Biz -alan içerisindeki- çömezler de bu tartışmalarda kendimize bir epistemik cemaat ararız, yağan dolu altında darbe almamak adına bir sığınak, belki de bir cep durak… Bununla da bitmez, dar alanda kısa paslaşmalar sürer, bakarız ki içeride de birtakım tartışmalar dönüyor. İçerisi, dışarısının izdüşümü adeta. Bu sefer içeride de bir sığınak arayışına gireriz, bazı kişilere yaklaşırız, bazılarına karşı -tatlı bir biçimde- mesafeleniriz. Öyle ya, sonuçta akademinin içerisindeyiz, buranın jargonu böyle. Her neyse, bir şekilde, her birimiz bir tarafta konum alırız. Konum aldığımız taraftaki ustaların bizleri sahaya çıkarmasını ümit ederiz. Birileri sahaya çıkacaktır ve bizler de asistan olarak, ucundan kıyısından, belki anketör olarak, belki de getir-götür işlerinde yardım etmek amacıyla yanlarında gitmeyi arzularız. İşte size bir gatekeeper hikayesi. Bunun bir de akademi dışında, pazar ve siyasi araştırma şirketleri tarafı var. El mahkum tırmalamak lazım, LinkedIn’de hesap açarsınız. Önünüze gelen tüm pazar ve siyasi araştırma şirketlerine mail atar, kendinizden bahsedersiniz. İlgili şirketin İK’sıyla görüştükten sonra -ilgi uyandırdı iseniz- sizin kalitatif araştırmalar şefiyle görüşmeniz sağlanır. Bu zamana kadar yapılmış projelerden bahsedilir, donanımıza dair doğrudan veya dolaylı sorular sorulur, beklentiniz sorulur ve görüşme ucu açık bir biçimde biter. Tebrikler, muhtemel bir proje için araştırmacı olarak şirketin listesine eklendiniz. Proje başladığı zaman sizden ya Zoom üzerinden grup odak görüşmesi veya derinlemesine mülakat yapmanız istenir, ya da yaşadığınız bölgeye yakın yerlerde anket çalışması veya yüz yüze mülakat yapmanız istenir.[3] Bir taraftan zamanını kendinizin belirlediği ve en önemlisi mesleğinizi yaptığınız bir uğraş içerisinde olduğunuz için mutlu olursunuz, bir taraftan da içten içte “Eee benim çalışmak istediğim konu bu değildi ki!” gibi içtepilerle boğuşarak, bir sonraki gelecek projenin zamanının belirsizliği karşısında endişelenirsiniz. Sahada mıyım? Evet, peki kendi arzu ettiğim bir sahada mıyım? Hayır. Peki, gerek akademi içerisinde, gerek akademi dışarısında konumlandığım yerin, arzu ettiğim araştırmalarla bir ilgisi, alakası var mı? Cevap sizin olsun.

Lisans eğitimimi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde tamamladım. Orta bahçede çok akademik laklak etmişliğim var. Aşağı yukarı lisansımızın ikinci yılında, içinde bulunduğumuz alana yönelik ilgimiz başlar, tabiri caizse, konuları içeriz. Lisans üçüncü sınıfa geldiğimizde her birimizin kafasında çalışmak istediği konular şekillenir. O alana yönelik okumalar başlamıştır. Sahamızın neresi olacağını tartışırız. Hocaları bu anlamda darlamaya da başladığımız zamanlar işte bu zamanlardır: “Hocam şu konuda makale önerir misiniz?”, “Hocam …. ismi duydunuz mu, … konuda çalışıyor, çok etkileyici” , “Hocam saha çalışması olarak …. konusunu düşünüyorum, bitirme tezini beraber mi yapsak?”, “Hocam bu alanda çalışan kişiler ne yapıyor, yurtdışı imkanları nasıl?” ve daha birçok soru. Hocalarımızın büyük bir kısmı ilgiliydi, okumalar verirlerdi, bizlerle derslerde veya ders aralarında tartışırlardı. Lisans son sınıfa geldiğimizde çalışmak istediğimiz konuda az-çok nettik. Bitirme tezimizi onun üzerine kurgulardık. Bu sefer de “hocaları darlama” etkinliğimizin kapsamını daraltıp, tek bir hocaya düşürüp, o kişiyle bitirme tezi hazırladık. Bu durumda genelde kimse idealleştirdiği bitirme tezini yapamaz. En azından gördüğüm kadarıyla biz yapamadık. Bunun birçok nedeni var. İlk olarak mezuniyet fikriyle birlikte Türkiye’de yaşadığımız ve geleceğin sosyal bilimci işsizleri olarak ne yapacağımız sorunsalı patlak verdi. Savrulduk. Kimilerimiz ufaktan “KPSS mi çalışsam”, “YDS-YÖKDİL mi çalışsam”, “ALES’e asılmam lazım”, “Akademide kalmam gerekiyor” gibi fikirler ortaya atmaya başladı. İkinci olarak, bitirme tezimizle uğraştıkça, bir araştırma yapmanın ne kadar zor olduğunu ve maliyet gerektirdiğini fark ettik. Saha araştırması diye kafada idealleştirdiğimiz sürecin ne kadar pahalı olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda kaldık. İçimizde üniversite okurken aynı zamanda çalışmak zorunda olan arkadaşlarımız hepten bu süreçte yenik düştüler. Neyse bu kısımları çok uzatmadan eğitim sürecinden devam edeyim. Bitirme tezlerimizin idealleştirildiği gibi gitmemesi, bizleri, çalışmak istediğimiz konulara karşı soğuttu. Kimi dostlar, hangi alanlarda çalışmanın, hangi kurumlar tarafından daha albenisi olduğuna yönelik stratejik fikirler ortaya attılar. Şayet göç üzerine çalışırsanız, bilmem nerenin enstitüsü, hocası sizi ilgiyle akademi kadroya veya yüksek lisansa kabul edermiş. Şayet kimlik, etnisite çalışırsanız, şu şu kişiler kapı açarmış. Şayet şu konuyu çalışırsanız, Türkiye’de bu konuyu çalışanlar olmadığı için sizin tanınırlığınız daha çabuk olurmuş, falan filan… Bir kısmımız bu uğurda, belki de istemediği alanlara yöneldi, bir kısmımız -benim gibi- daha idealist olarak çalışmak istediği konu doğrultusunda bir yüksek lisans programı seçti. Bugün baktığım zaman, orta bahçede, çalışmak istediği konuya yönelik arzuyla makalelerden, çalışmalardan bahseden bizlerden kaçımız kaldı? Kalanlarımızdan kaçı, arzu ettiği konuyu çalışıyor? Kaçımız arzu ettiği konuyu çalışmak istese de sahaya çıkamıyor? Görüldüğü üzere bu hikayede fırsatlar daraldıkça elde sıfırın kalma şansı daha da artıyor.

Müsade edin -kulağa ukalaca da gelse- şunu itiraf edeyim, bugün kimi konularda saha araştırması yürüten araştırmacılara baktığımda, sahayla kurduğu ilişkinin son derece stratejik, son derece -koşullar doğrultusunda- titizlikle seçilmiş konulara dayalı ve son derece steril olduğunu görüyorum. Aldığım eğitim ve kendime örnek belirlediğim araştırmacılardan öğrendiğim kadarıyla, bir araştırma, araştırmadan önce başlar, hatta araştırmacının ilgili konusunu seçmeden önce, ve hatta peşinden gidersek, araştırmacının araştırmacı olmadan öncesinde başlar. Elbette ki bir konunun stratejik, titizlikle seçilmiş olması da bir nedenler silsilesine bağlıdır ve öyküsü vardır. Bu tarafı yadsımamakla birlikte, bizi sahaya iten şeyin ne olduğu konusunda akademi kurumlarının rolünün bu kadar baskın olması, başından beri tartışageldiğimiz “bağımsız araştırmacı” olamamayla doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum. Dünyanın diğer ülkelerinde işler nasıldır bilmem fakat Türkiye’de bağımsız bir araştırmacıdan ziyade bağımlı bağımsız araştırmacıdan bahsetmek zorunda kalıyoruz.

[1] Aslına bakarsanız, etik kurul onayı alma isteğim, çalışmamın daha nitelikli olacağını düşünmemden değil, çalışmamın raporu niteliğinde olacak makale(leri)mi alanında öncü dergilere yollarken benden -haklı olarak- etik kurul onayı istemelerinden kaynaklanıyor. Diğer türlü, çalışmamı yine yaparım fakat hiçbir yerde yayımlayamama riskim var.

[2] Elbette ki bu her nicel-nitel araştırmacının veya teorisyenin böyle düşündüğü anlamına da gelmez. Burada yürütmeye çalıştığım ayrımı, kendi tedrisati tecrübem doğrultusunda karşılaştığım tartışmalardan çıkarsadığım göz ardı edilmemelidir.

[3] KONDA gibi bazı nevi şahsına münhasır şirketler tarafından da anketör olmanız fakat sorular soracağınız katılımcıları -kendilerinin belirlediği örneklem doğrultusunda- kendiniz seçmeniz/bulmanız istenir. Bir nevi kendi sosyal sermayenizle bir saadet zinciri kurmalısınız.


Yayınlandığı Yer: http://www.toplumveutopya.com/bagimli-bagimsiz-saha-arastirmacisi-akademiden-sahaya-uzun-ince-bir-yol-erhan-korkmaz/



19 Aralık 2023 Salı

Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti 2: Ne Yapmalı?

GİRİŞ

Bu yazıyı, bir önceki “Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti: Türkiye’de Sokak Hayvanları Üzerinden Kent Politikası” başlıklı yazıma gelen eleştiriler üzerine kaleme alma ihtiyacı hissettim. O yazımda, birçok noktanın açılmaya değer olduğunu ve sonuç/tartışma kısmının da “take-home message” eksikliğini fark ettim. [1] Her ne kadar “sokak hayvanları” sorununa dair ne yapmalı kısmı, uzmanlık alanımın dışında da bu süreci doğuran nedenleri araştırmaya çalışan birisi olarak benim de bir şeyler söyleme hakkına sahip olduğumu düşünüyorum. Bu sorunun çözülmesinde doğrudan rol alacak uzman kişilerin, bizler gibi çaba veren sosyal bilimcilerin görüşlerini önemsemesini, en azından “bu alanda dirsek çürütmüş ve hala da çürüten bu insanların derdi ne” diyerek bir bakmasını umut ediyorum. Türkiye’de siyasetçilerin, hemen her konuda her şeyi söyleme cesaretlerine sahip olmaları beni şaşırtmıyor artık. Her argümanın altı milliyetçilik, İslamcılık, laiklik, Atatürkçülük gibi retorik söylemlerle dolduruluyor ve tartışmanın ana konusu silikleşip, konu bambaşka yerlere uzanıyor. Naçizane ben ise bu durum karşısında artık sıkılmış bir sosyal bilimci olarak, “sokak hayvanları” sorununa ilişkin, -kendini bilmez ölçüde- politik söylem üretmeye çalışanların kulaklarına kar suyu kaçırmaya, “bakın iş sandığınız kadar basit değil, işin bu tarafları da var” demeye çalışıyorum.

Önceki yazımda, biraz da akademik bir üslupla durumu ele almaya çalışmaktan kaynaklı olsa gerek, çevremdeki çoğu sosyal bilimcinin düştüğü hataya düştüm ve aktüel bir konu üzerine yazılan bir yazıda tarihsel süreci okuyarak bugünü temellendirmeye çalıştım. Tarihsel süreç öğreticidir, bugünün sorunlarına alternatif çözümler üretirken bize hep farklı koşulları işaret eder. Fakat önceki yazımda sokakların tanzimini devletin politikalarından başlayarak ele almam, okuyucuyu bugünün sokaklarına bakarken devletin burada ne tür politikalar yürütmeye çalıştığını anlamamız gerektiğini dile getirmeye çalışmam, bugünkü durumun tablosunu bizlere vermedi. [2] Devlet yapısının, premodern veya modern dönemde, farklı politikalar yürütüyor olması, bugünün politikalarını maalesef ki sokak düzeyinde temellendirmemize yetmiyor. Ayrıca, durumu genel geçer bir devlet kavramı üzerinden ele almak da Türkiye devletinin özgül niteliklerini silikleştirerek, evrensel bir devlet anlayışına indirgemektir. [3] Bu yüzden bu yazıda tarihsel bir süreç yürütmektense bugünün sokaklarına dair görüp duyduğum ve düşündüğüm şeyleri ele almak istiyorum.

ÇOCUKLARIMIZA NEDEN GÜVENLİ SOKAKLAR BAHŞEDEMİYORUZ?

Tartışmanın bir tarafı, köpekler tarafından ısırılan veya korkutulan çocukları örnek göstererek, güvenli sokaklardan mahrum kaldığımızı iddia ediyor. Bu tarafın kısmen haklı olduğunu göz ardı edemeyiz. Evet bazı sokaklarımız, bazı köpekler tarafından “çeteleşmek” suretiyle güvenli değiller. Güvenli olmayan sokaklarda biz insanların yaşam olanakları sınırlanıyor ve gündelik hayatımız sekteye uğruyor. Bu durumda ilgili köpeklerin, hatta “topyekûn bir temizlik” yapmak suretiyle ülkedeki sokakta gezinen başıboş bütün köpeklerin toplatılması isteniyor. Tam da baş ağrısı çeken birinin, çözüm olarak başını koparmak istemesi gibi. Bu çözüm mü? Maalesef ki değil. Köpeklerin neden çeteleştiği sorusu askıda kalıyor. Sizce köpekler neden çeteleşir? Hadi gelin, çeteleşme kavramı üzerinden -insan etkileşimlerine referanslı- gidelim. Ülkemizde, belirli bölgelerde, belirli sokaklarda insan çeteleri mevcuttur. Hatta sokağına polislerin bile giremediği bölgeleri duymuşsunuzdur [4] Bu bölgelerin ortak özellikleri nelerdir? Söyleyeyim, yoksulluk. Önceki yazımda bahsettiğim Harvey’in de işaret ettiği üzere, kentin bazı bölgeleri altyapı, ulaşım, alışveriş olanakları ve daha birçok konuda sakat bırakılıyor. Bu bölgelere istenmeyen kimliğe/etnisiteye/düşük ekonomik sermayeye sahip kesimler yerleştiriliyor veya buralarda yapılanmalarının önü açılıyor. Bu bölgelerde formel iş piyasasının dışında fakat formel ekonomiyi de belirleyen illegal iş alanları doğmaya ve yayılmaya başlıyor: uyuşturucu, kadın ticareti, para aklama… Bu bölgeler, geçim sıkıntısı çektikleri için dışarıya karşı refleks olarak kapanma, çeteleşme özellikleri gösteriyorlar. Biz ve öteki üzerinden kurulan bu çeteleşme, içeriyi dışarıdan korumaya dayalı, varoluşsal bir tepki olarak ortaya çıkıyor. [5]

Peki köpekler neden çeteleşir? Siz hiç geçim sıkıntısı yaşamayan, var olmaya dair bir korku taşımayan bir köpeğin çeteleşerek insanlara saldırdığını gördünüz mü? İnsanı tehdit olarak algılamanın altında yatan şey sizce nedir? Ben bunun çevresel koşullardan kaynaklandığını düşünüyorum. O yüzden insanmerkezci bir biçimde tanzim edilmiş sokaklarda yaşamaya çalışan her köpeğin değil, varoluşsal kaygı duyanların çeteleşmeye daha müsait olduğunu düşünüyorum. Bunun da çözümü, sokakta yaşayan her köpeği toplayıp barınaklara tıkmak veya “uyutmak” değildir. Bugün sizler, çeteleşmiş insan gruplarına aynı şeyin yapılmasını ister misiniz? Evet, barınaklar gibi hapishaneye tıkılmaları konusunda hemfikir olabilirsiniz fakat onlar için de sürecin iyileştirici olmayacağını düşünüyorum. Hangi sokaklarda, hangi köpeklerin saldırganlaştığı araştırılarak, sokağın buradaki rolünün ne olduğuna yönelik araştırmalar yapılmalıdır. Köpekler aç mı kalıyorlar, sağlık problemleri yaşadıkları için acı mı çekiyorlar, köpekler arasında bir düşmanlık mı var, sokakta yaşayan insanların köpeklere karşı tavırları kışkırtıcı mı vb. birçok soru cevaplandırılmadan köpeklerin toplatılması ve barınaklara veya “uyutulmaya” götürülmesi, evde yaşayanların aksine sokaktakilerin “temizlenmesi” üzerinden öjenik bir tutumdan başka bir şey değildir. Tarih, “Hayırsızada Sürgünü” olayını unutmadığı gibi bu günleri de unutmayacaktır. 

Çocukların bu tartışmalarda öne sürülmesindeki hassasiyeti anladığımı düşünüyorum. Ben de ne vakit geleceğe yönelik ütopik bir tasavvurda bulunsam çocukları düşünür, umutlanırım. Sonuçta çocuklar, biz yetişkinlerin geleceği inşa ederken sorumlu hissettiğimiz “geleceğin insanları” konumundalar. Fakat bu toplumsal sorunda çocukların bazı kesimlerce -söylem düzeyinde- araçsallaştırıldıklarını düşünüyorum. Mevzu çocukluk ise sokakta yaşama mücadelesi veren binlerce köpek yavrusunu/çocuğunu da göz ardı edemeyiz. Keza sokakta yaşayan köpeklerle kurulan ilişkilerde, çocukların dezavantajlı olduğu fikri de tartışmaya açılabilir. Kendi çocukluğumu ve çevremdeki çocukların sokaktaki köpeklerle kurdukları ilişkileri düşündüğümde, ilişkilerin sadece çatışmacı bir yerden kurulmadığını görüyorum. Kendi türü dışındaki türlerle ilişki kurması, çocukların, kendi türüne gömülerek, diğer türlere ve içinde yaşadığı doğaya yabancılaşmasının önüne geçiyor. “Steril sokaklar”, sadece şiddet faili görülen köpeklerin sokaklardan “temizlenmesini” değil, aynı zamanda zaten tarihsel süreç boyunca türcü yetişmiş biz insanların diğer türlerle az çok ilişki kurarak bu anlayışı kırma olanaklarımızı da azaltıyor. 

EVLERDEKİ İSTİHDAMIN SOKAKLARA YETMEMESİ DURUMU

Bu soruna ilişkin bir diğer argüman ise “hayvanseverler, sokaktaki köpekleri sahiplenmeliler, sahiplenmiyorlarsa zaten istemiyorlar demektir, o halde neden köpeklerin sokakta yaşamaları konusunda halen diretiyorlar?” şeklindedir. Ben ve çevremdeki birçok hayvanseverin [6] kendi imkanları dahilinde çevresindeki köpeklere yardımda bulunmaya çalıştığını görüyorum. Hayvan hakları mücadelesinde çaba veren birçok oluşumun dayanışma içinde, sokaktaki hayvanlara [7] gerek beslenme gerekse sağlık konusunda yardımcı olmaya çalıştıklarını biliyorum. Hatta bağlı olduğu oluşumlardan bağımsız, ağır borçlara girme pahasına besleme ve sağlık hizmeti yardımında bulunan birçok arkadaşım da var. Kısırlaştırma, mama, parazit temizleme, enfeksiyon ilaçları vd. birçok hizmet, maalesef ki Türkiye koşullarında çok pahalı. Haliyle sokaklarda görmek zorunda kaldığımız bazı sokak hayvanlarının yaşadığı sıkıntılar, bu konuda bilinçli hayvanseverlerin sorumsuzluklarından ziyade hayvanlara yönelik sevgi beslediğini söyleyen fakat hiçbir çaba göstermeyen insanların, belediyelerin ve diğer ilgili devlet kurumlarının sorumsuzluklarından kaynaklanmaktadır. 

Sokakta yaşayan hayvanların, kendi yaşam alanlarından alıkonulmadan temel ihtiyaçları karşılanarak da bu sorunun önüne geçilebileceğini düşünüyorum. Bunun için ayrılan fonların veya bütçelerin, barınaklar veya “uyutma” alanlarının oluşturulmasında kullanılmasındansa sokaktaki canlıların konfor alanlarının iyileştirilmesine harcanması gerekir. Yaklaşık 10.000 yıl önce, tarımla birlikte gittikçe yerleşik yaşama uyum sağlayan atalarımız, kurtlardan evrimleştiği kabul edilen köpeklerle birlikte yaşayarak bugüne kadar geldiler. Asırlardır süregelen bu simbiyotik ilişki, ne oldu da bugün bir sorun haline geldi? Nedense sadece sokakların güvenliği konusunda Avrupa'yı örnek gösteren kimi yetkililerimiz, sokakta yaşayan canlılara yardım konusunda ve keyfi bir nedenle sokaktaki canlıyı evine alıp sonra tekrar sokağa bırakanlara cezai yaptırım uygulama konusunda aynı hassasiyeti göstermiyorlar? İtiraf etmek gerekir ki bunca zaman bu konuda hiçbir şeyin yapılmamış olması, “şimdi ne oldu da bu gündeme geldi?” sorusunu bizlere sordurtuyor ve arkasında farklı parametrelerin olabilirliğini düşündürtüyor. Bu konuda yıllarca belediye görevlileriyle, kanun yapıcılarla iletişim kurmaya çalışan hayvan hakları mücadelesi oluşumlarının ciddiye alınmadığını düşünüyorum. Peki bundan sonra ciddiye alınırlar mı? 

KÜLTÜR TANIMI NE ALAKA: İÇİMİZDEKİ ÖTEKİLER

Önceki yazımda, biraz olsun kültürün tanımı üzerinden insanın dünyadaki ontolojik konumunu sorunsallaştırmaya çalıştım. Kabaca, insan, kendi dışındaki türlere kör bir biçimde kültür inşası yapıyor ve bu inşaya ne diğer türlerle kurduğu ilişkideki etkileri dâhil ediyor ne de onların kendi aralarındaki ilişkilerde ortaya çıkan organizasyonları kültürel bir değerle ele alıyor demiştim. İnsan-olmayan canlıları, hatta Bruno Latour’un çizgisinden yaklaşırsak, nesneleri, insan kültürüne etkileri açısından ele almaya çalışırken, sanki insanın kültürünü esnetiyormuşum ve ikameci bir biçimde insan-olmayanı temsil ederek konuşuyormuşum gibi algılanıyorum. Oysa ki eleştirdiğim nokta, insanın kendi kültürüne dair söylemlerinde, insan-olmayanı kültürsüz sayması veya kendi kültürünü temele yerleştirmesidir. İnsan olarak bizlerin kültürel bir yapıya sahip olması, bizim dışımızdaki türleri kültürsüz olarak tanımlamamızı gerektirmiyor. Bu tutum bir zamanlar Avrupa’nın kendisini uygar, dışındakileri barbar olarak tanımlamasına benziyor. İnsanı kültürlü bir varlık olarak tanımlamak, insan-olmayanı kültürsüzlükle damgalamak, hiyerarşik bir ilişki kurarak, insan-olmayana dair belirleyici politikalar geliştirme kibrini de bize bahşediyor. Sokakların bu şekilde tanzim edilmesini eleştirirken işte bu kibri göstermeye çalışıyorum. 

Bir kez daha -inatla- kültür mevzusuna değinmek istiyorum. Çevremde kültürü, “sorun çözmek”, “uyarlanma”, “bütünleşme” gibi belirli temellerle tanımlamaya çalışan teorisyenleri görüyorum. Bu temeller dolaylı olarak insan-olmayan hayvanların sorun çözemediği, uyarlanamadığı ve bütünleşemediğine işaret ediyor. Sevdiğim bir söz var, bir şeyin yokluğu, yokluğun kanıtı değildir. Elinizde insan-olmayan hayvanların kültürüne dair bir veri yoksa, onları kültürsüzlükle tanımlamaya gitmez, onlarda insanlarda gördüğümüz biçimiyle kültür olduğuna dair elimizde veri olmadığını fakat ileride muhtemel çalışmalarla olabileceği ihtimalini ifade edersiniz. [8] Sonuçta biz bilim insanları, söylem üretirken olmayan şeylerin yokluğuna dair kesinkes inanç beslemeyiz, o durumun koşullarıyla elimizde veri olmadığının altını çizeriz. Fakat net biçimde hayvanları kültürsüzlükle tanımlamak ve kültüre hiyerarşik bir konum atfetmek, bugün “sokak hayvanları” sorununda görüldüğü üzere, insanın sokaktaki köpekleri “uyutabilme” cesaretini kendisinde bulmasına neden oluyor. 

SONUÇ

İlk yazımı yazdıktan sonra bir arkadaşım eleştirel bir biçimde bana “Metnini okuduğumda, neden böyle bir yazı yazdığını anlamadım” dedi. İlk olarak “sokakta yaşayan köpeklere dair genel geçer algıları kırmak ve bu işin sonunun köpeklerin yaşam haklarını gasp etmeye kadar gideceğini söylemek istiyorum” diyerek cevap verdim. Onun eleştirisi, “metninde neden böyle bir yazı yazmayı gerekli gördüğünü işlememişsin, okuyucu olarak bunu göremedim” şeklindeydi. Sonra üzerine düşününce, neden -sıcacık yatağımdan çıkarak- böyle bir mesai harcadığımı, belki de bazı kesimleri karşıma alma pahasına çaba sarf ettiğimi burada yazmam gerektiğini düşündüm. Bu iş elbette ki “yazık... hayvanların özgürlüğü engellenmesin, ölmesinler” şekline indirgenecek kadar basit değil. Ben vegan bir aktivist olarak öncelikle, sokaktaki köpekler de dahil olmak üzere, insanın insan-olmayanı sömürgeleştirdiği bir dünyaya tepki olarak bu metni kaleme alma ihtiyacı hissettim. Bunu sadece bu gibi ortamlarda değil, kendi akademik çalışmalarımda, kongre, sempozyum sunumlarımda da dile getiriyorum. O yüzden her ne kadar bu metinde sokak köpeklerini işaret ederek düşüncelerimi aktarmaya çalışsam da bu mücadelenin endüstriyel piyasada, tekstil, gıda, eğlence vb. sektörde, tıp alanında ve daha birçok yerde sürdüğünü ve sürmeye de devam edeceğini söylemeliyim. Fakat bu “sokak hayvanları” polemiğinde inanıyorum ki vegan olan olmayan, gündelik hayatının bir noktasında sokaktaki köpeklerle göz göze gelmiş, temas kurmuş, bir parça da olsa onları anlamaya yönelik çaba sarf etmiş herkesin bu çatı altında toplanarak mücadele verdiğini ve vereceğini biliyorum. 

[1] İlk yazımın yayımlanmasından sonra eleştirilerini benden esirgemeyen Sibel Önal, Hakan Mutlu, Merve Tufan ve Sebahat Gökçe Ağbaş’a teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Hakan’ın peşpeşe gelen “acımasız” eleştirileri olmasaydı, bu metni yazmamış olurdum.

[2] Hatta öyle ki ilk yazımın bu sorunun muhatabı iki karşıt taraf tarafından da paylaşıldığını gördüm. Oysaki yazıyı yazarken motivasyonum, sokaklardaki hayvanları toplamaya çalışanlara karşı tepki göstermek ve çözümün bu olmadığını dile getirmekti. Sanıyorum, bazı durumlara karşı mesafelenip uzaktan bakmak, her iki taraf için araçsallaşabileceğimizi de gösteriyor. O yüzden bu yazımda, tarafımı daha belirgin biçimde göstermeyi umut ediyorum.

[3] Bunun için Osmanlı dönemine -belki daha da eski dönemlere- inerek, o tarihten bu yana bu bölgelerde yaşayan sokak hayvanlarına yönelik ne tür politikalar yürütüldüğünü ele almamız gerekiyor. Belki bu durumu sorunsallaştıran başka sosyal bilimci arkadaşlar, daha detaylı bir biçimde ele alırlar.

[4] Buraya özellikle 80’ler sonrası artan enformel/illegal oluşumlara yönelik yapılmış saha araştırma örnekleri eklerdim fakat yazının üslubunu zedelemek istemiyorum. Türkiye’de suç sosyolojisi alanında yapılmış çalışmalara bakılabilir.

[5] Lütfen, bu cümlelerimden çeteleşmeyi olumladığımı düşünmeyin. Sadece böylesi oluşumların nedenlerine baktığımız zaman, failleri kınamak/öldürmek/temizlemek fikrinden önce düşünmemiz gereken başka şeylerin olduğunu anlamalıyız, çünkü koşullar devam ettiği sürece başka çeteleşmeler ortaya çıkacaktır. Durumun yaratıcısı oradaki failler değil, koşullardır.

[6] Daha iyi anlaşılması için “hayvansever” sıfatını kullanıyorum, yoksa sokaktaki köpeklerin haklarını savunmak, onları sevmekle bir tutulmaması gerekiyor. Birçok kişi, köpekleri sevmek zorunda değil, fakat onların yaşam haklarını gözetmenin ve savunmanın, etik açıdan gerekli olduğunu biliyorlar.

[7] Yazının başından beri bir yerde “sokak hayvanları” derken, diğer bir yerde “sokak köpekleri” diyorum. Bu bir tutarsızlıktan ziyade sokaktaki canlıları genellerken “hayvan” demem gerektiği, toplumsal sorun olarak “sokak hayvanları” sorununa ilişkin işaret ettiğimde de “sokak köpekleri” demem gerektiği içindir. Malumunuz, gündemde olan sorunda şiddet faili olarak görülen canlılar köpeklerdir. Amacım, sokaktaki yaşayanları sadece köpekler üzerinden ele almak değildir.

[8] Ayrıca bugün bu kültür mevzusuyla ilgili yapılan tartışmalarda -önceki yazımda örneklerini verdiğim- kimi posthümanistlerin çalışmaları, kesin bir biçimde hayvanları kültürsüz olarak tanımlamaya engel olduğunu düşünüyorum. Posthümanist araştırmacılar, kültür kavramının politik bir araç olduğunun farkındalar. Tarihte neyin kültürel olduğu, kimlerin kültürlü olduğu, hangi toplulukların kültürel olarak değerli oldukları -sonu bugün de olduğu gibi ölümcül yaptırımlarla sonuçlanan- tartışmalarla ele alınmıştır.


Yayınlandığı Yer: http://www.toplumveutopya.com/devletin-insanmerkeziyetci-sureti-2-ne-yapmali-erhan-korkmaz/

17 Aralık 2023 Pazar

Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti: Türkiye’de Sokak Hayvanları Üzerinden Kent Politikası

GİRİŞ

Devlet denildiği zaman ilk olarak akla gelen tanım, “çevresi sınırlanmış bir kara parçası üzerinde yaşayan, belirli ülkü(ler) doğrultusunda bir araya gelmiş insan toplulukları” şeklindedir. Pre-modern dönemlerde de bugünkü devlet anlatısı yerine kullanılan kavramlar, belirli insanların bir araya gelmişliklerine atıfla tanımlanırdı. Burada görüleceği üzere, insan-olmayan hayvanların, devletin tanımında doğrudan veya dolaylı bir etkisi bulunmamaktadır. Devlet, insan-olmayana kördür. Türkiye devletine de bakıldığında, insanların Türkiye devletine mensupluğu üzerinden bir tanımlamaya gidilmektedir. İnsan-olmayan hayvanların, devlet mensubu sayılmadığını görürürüz. Buradan hareketle insan-olmayanların devletleşmede bir kurucu failden ziyade pasifleştirildiği, tabiri caizse, Gayatri Chakravorty Spivak’ın tabiriyle “madunlaştırıldığı” söylenebilir (Spivak, 2023). Peki bu durum, devletin kültür politikalarında nasıl kendisini göstermektedir? Devlet, modernleşmeyle birlikte “avam” tabakası ile ilişkisini -kendi bekâsı için- sürdürmek zorundadır. Pre-modern dönemlerde olduğu gibi, yönetici sınıfın, halkla ilişkisinde mesafelenmesi söz konusu değildir. Hal böyle olunca, devletler, halkla kurdukları ilişkiyi güçlendirmek ve bazı durumlarda halkı etkilemek için, bazı propaganda araçlarını kullanagelmişlerdir. Bunlardan ilk akla gelenler, -dönem dönem etkileri değişmekle birlikte- televizyon kanalları, edebiyat metinleri, radyo programları, kültür-sanat camiaları, eğitim kurumları, ailelerdir. Bu çalışma doğrultusunda, bir başka devlet propaganda aracı veya devletin ideolojisini yansıttığını düşündüğüm bir zemin haline gelmiş bir alandan bahsedeceğim: kent yapılanmaları.

Her ne kadar Louis Althusser gibi yapısalcı bir marksist okumasından ilerlemeyerek, devlete içkin bir değer olan kentlerdeki bireylerin failliklerini [2] gözardı etmesem de David Harvey’in çalışmalarında gördüğümüz üzere, kentlerin yapılanmalarındaki sınıfsallığa da değinmeden edemem (Harvey, 2006). Harvey’e göre kentler, devletin ideolojisi doğrultusunda -yine devlet tarafından- tanzim edilerek, vatandaşlarına belirli konfor alanları ya açarlar ya da açmazlar. Bu tartışmalar sadece Harvey ile de kalmayıp, tarihte birçok sosyal bilimci tarafından da ele alınmış ve hali hazırda da alınmaya devam eder. [3] Kentin tanziminin, gündeliği belirlemek noktasındaki önemi, devletin kendini sürdürebilir kılmasına yönelik politikaları kapsamında daha da önemli hale gelir. Peki kentler, yapılarından dolayı nasıl bir devlet politikası barındırır? Öncelikle bu soruya, kentin neyi kapsadığının bilinmesiyle başlayabiliriz. Kentler yıkılıp-yeniden kurulur iken içine neleri ve kimleri dâhil eder. Başta da söylediğim gibi, kentin aktörleri de insandır. Haliyle de kentsel yapılanmalar, insana içkin değerler üzerinden inşa edilir. Sokaklar, insana içkin değerleri yansıtır. Yollar, insanların yürüyebileceği veya koşabileceği boyutlarda inşa edilir. Kevin Lynch’in tabiriyle, insana ait olan duyulara hitap eder ve -gerektiğinde- gözü kapalı bir insanın yolunu kolaylıkla bulabilmesine yönelik idealleştirilir (Lynch, 2019). Devlet, mikro izdüşümüyle, yani belediyeleriyle de kent üzerindeki bu insanmerkeziyetçi tutumunu bir gurur kaynağı olarak kullanır. Parti mitinglerinde kentte yeni yapılmış parklardan övgüyle bahsedilir, kent meydanlarının bir orduyu dolduracak büyüklükte olmasından bahsedilir ve muhtemel doğal afetlerde kentin durumunun -yine insanmerkeziyetçi bir taraftan- iyileştirildiğinden bahsedilir. Antropos, bir kez daha yüceltilir. Devlet, kentler üzerindeki politikalarında, bilinçli veya bilinçsiz -ama çoğu zaman bilinçsiz bir şekilde- türcü bir yaklaşım sergileyerek, insanı merkeze alan bir yol izlemektedir. Bu durumda da insan türünün dışında kalan türler de kent içerisinde yaşama tutunmaya, kendilerine tanzim edilmemiş kent alanlarına sığmaya çalışırlar. Bu da birçok toplumsal sorunu tetikler.

Bu durumun sadece kent politikaları üzerinden devlet ideolojisine indirgenmemesi de gerekir. Kentlerin neleri veya kimleri kapsayacağı, içine dahil edeceği tartışması, küresel ölçekte -hem tarihteki, hem de günümüz çağındaki- “kültür” tartışmalarına dayanmaktadır[4]. Her ne kadar Philippe Descola (2013), Bruno Latour (2021), Donna Haraway (2007), Derek Ryan (2022), Oxana Timofeeva (2018) vd. birçok araştırmacı[5], doğrudan veya dolaylı olarak kültür meselesini tartışmaya açmaya çalışsa da konvansiyonel sosyal bilimler paradigmasında halen kültürün insana özgü olduğunun altı çok kere çizilmektedir. Haliyle de devleti nasıl kurumlarından bağımsız düşünemezsek, politikalarını da sosyal bilimler disiplinlerinin söylemlerinden bağımsız ele alamayız, o yüzden de kentin tanzimi ve beraberindeki toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkan “sokak hayvanları” sorununu, bir çeşit matruşka bebek misali, tümevarımla, yani ucunun “insanın kozmostaki konumuna” varana değin ele almalıyız.

SOKAK HAYVANLARI” SORUNU

Oldum olası, bir konu üzerine düşünürken, öncelikle kavramlar üzerine düşünmeyi sevmişimdir. Birisi bir konu bağlamında sokak hayvanlarından bahsederken, öncelikle “sokak” kavramını, sonra da “hayvan” kavramını parantez içine alarak düşünmeye başlarım. Sokak kavramının tanımı, hem tarihsel süreç içerisinde, hem de günümüz dünyasında eşsüremli olarak nasıl bir anlam yükü çeşitliliğine sahip, dahil olduğu cümle doğrultusunda nasıl bağlamsal anlam değişikliklerine uğrar, ideolojik bağlamda nasıl araçsallaştırılır gibi birçok soruyla kavramı açmaya çalışırım. Sonra diğer kavram olan “hayvan” kavramını ele alırken de yukarıdaki benzer soruları sorarım. Her kavram üzerine sorgulamam bittikten sonra bu iki kavramın yan yana geldiğinde nasıl bir anlam öbeği oluşturduğunu sorgularım. Bizler neye veya kimlere “sokak hayvanı” deriz, hayvan dediğimiz şey sokakta doğduğu için mi “sokak hayvanı” olmuştur yoksa sokağın sokak olmaklığı ilgili hayvanlar üzerinden mi kendini var etmiştir? Görüldüğü üzere, üzerine düşünmeye değer birçok nokta, istesem de istemesem de -sadece “sokak hayvanı” gibi bir tanımlama üzerinden bile- kendilerini bana dayatır. Acaba bizlerden kaçımız, iletişimde kullanılagelmiş bu sözleri böylesine parçalara ayırıp, sorgulamaya girişiyor? Elbette ki her iletişim için bunu gerçekleştirmek, gündelik hayatımızı daha da zorlaştırır. Bir noktadan sonra hayatın akışı sekteye uğrar ve sevgiliyle yanyanalık silikleşir, yerine sorgulamalarla uğraşan, zırva bir filozof gelir. Ne sevgili, anın sarhoşluğuna girer, ne ben. An, akışlık hâlindenki konumundan ödün vermeye başlar. 

Her konuda olmasa da bazı konular için kavram temelli sorgulamaları yapmanın zaruri olduğunu düşünüyorum, hele ki toplumsal olarak sorun olduğunu düşündüğümüz konular üzerinde. Bilindiği üzere son yıllarda, gittikçe artan bir sokak hayvanları sorunu mevcut. Bu soruna çözüm üretmeye çalışan her kesimden insanın, sorunun muhatabı failleri, yani sokakta yaşayan hayvanların -ağırlıklı olarak köpeklerin- konumlarını ele alırken birçok noktayı göz ardı ettiklerini düşünürüm. Bunu da sokağı köpeğe, köpeği de sokağa verili ve içkin kılarak yaparlar. İnsanların, ortaçağın töz-ilinek tartışmasındaki skolastik düşünürler gibi, sokaktaki köpeklerin, özleri itibariyle sokakta yaşamaları veya yaşamamalarına ilişkin -gayet siyasi- söylemler ürettiklerini görüyorum. Bir kere, sokak dediğimiz şeyin, kent politikasından bağımsız olmadığını bilerek hareket etmemiz gerekir. Hangi sokakta diye sorduğumuzda, yerel politikayla güçlü ilişkiler taşıyan bir sokağın karşımıza çıktığını görebiliriz. Sokağın neliği, sokaktakilerin yaşamsal koşullarını göstermesi açısından önemli bir saptamadır. Sözgelimi, Mamak bölgesindeki sokaklarda yaşayan köpeklerle, Tunalı taraflarındaki sokaklarda yaşayanlar, benzer koşullara mı sahiplerdir? Bu sokak karşılaştırmalarını, sadece ekonomik sermaye oranlarını esas alarak yapmıyorum. Bu konuda Harvey’i aşarak, sokağın dinamiğini bölgede yaşayan kişilerin sosyo-kültürel yapılarını, sokakta bulunan başka türlerin etkilerini, kent içerisindeki konumunu ve tasarımını esas alarak oluşturmaya çalışıyorum. Sokağın nasıl olduğu, - belki de “sokak deterministliği” bakış açısıyla yaklaşarak- sokakta yaşayan köpeklerin karakterlerini de belirleyecektir diyebiliriz. Bu durumu tam tersinden okuyarak, sokakta yaşayan köpeklerin, sokağı etkilediği, sokaktaki diğer türlerle ilişkileri ciddi etkilediklerini de söyleyebiliriz, fakat bunun olabilme ihtimali maalesef ki az, çünkü -başta da bahsettiğim gibi- sokaklar, insanmerkeziyetçi bir anlayışla tanzimlendiği için köpeklere kendi koşullarını yaratmaları için zemin sağlamıyor. Köpeğin failliği, kendisine tanzim edilmiş olanlarla sınırlanıyor. Haliyle de köpeğin eylemliliği, kendi potansiyel varlığının dışında, mekanın bir poetikası [6] (Bachelard, 2020) sonucu gerçekleşiyor denebilir veya köpek arkadaşlarımızın failliklerini indirgememek adına, en azından sokağın tanzimiyetinin kendilerinin eylemlerinde önemli etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu durumda, sokak hayvanları sorununda, sokaktaki köpeklerin eylemlerini değerlendirirken, sokağın nasıl tanzim edildiğine mi bakmamız gerekiyor yoksa köpeklerin nasıl eylemlere sahip olduklarına mı? Müsadenizle daha açık olayım, bir toplumsal sorun olarak öne çıkarılan sokak hayvanları konusunda, köpekleri mi birer şiddet faili olarak görüp suçlamalıyız yoksa o sokakları insanmerkeziyetçi tanzim ederek köpekleri bu konuma yerleştirenleri mi? 

Sokakta yaşayan köpeklere ilişkin tartışmaların peak yaptığı son yıllarda, bu köpeklerin bulundukları yerlerden alınarak barınaklara hapsedilmesini savunanlar ortaya çıktı. Başıboş Köpek Haritası (Havrita) adında bir uygulama çıkarıldı ve insanların uygulamaya üye olarak sokakta karşılaştıkları köpekleri -konumlarıyla birlikte- fotoğraflayarak siteye kaydetmeleri istendi. [7] Bir kesim de Ku Klux Klan tarzı bir yapılanma kurdu ve bu uygulama üzerindeki haritaları dolaşarak, sivil bir örgüt olarak köpekleri toplamaya çalıştı. Bir süre sonra da sitede öldürülen köpeklerin fotoğraf ve videolarının yayınlanması ile site kapatıldı. Bugün, buna benzer bir uygulama yok fakat sokaktaki köpeklerin belediye yetkilileri tarafından toplatılmasını savunan kimi örgütlü oluşumlar mevcuttur. Bu oluşumlara aksi bir yönde argüman üreten oluşumlar da mevcuttur. Görüleceği üzere, çeşitli argümanlar doğrultusunda, sokak hayvanları sorununda insanların ilk baktıkları yer, köpeklerin konumudur. Çok az bilinçli kişilerin, kentsel yapının olanakları üzerine düşünerek sokak hayvanları sorununu tartıştığını görüyorum. Özellikle son yıllarda, doğal afetlerin de sıkça artmasından dolayı, kentsel yapılanmalar, gerek ekolojiyle ilişkisi, gerekse de benim bahsettiğim şekliyle daha sorgulanır oldular.


[1] En son 2021 yılında yayınlanmış istatistiksel verilere de bakıldığında, Türkiye’nin  84,78 milyon insan nüfusuna sahip olduğunu görürüz. Bu rakama nazaran, kayıt-dışı göçmenler/mülteciler hesap edildiğinde, Türkiye’de yaşayan insanların daha fazla olduğu da düşünülebilir. 

[2] …ve beraberindeki direniş biçimlerini…

[3] Bu isimlere birkaç örnek vermek gerekirse, Henri Lefebvre, Michel Foucault, Denise Lawrence-Zúñiga, Edward W. Soja, Michel de Certeau ilk akla gelenler arasındadır. Kent meselesi, sadece sosyoloji ve antropolojinin konusu olmayıp, tarih, coğrafya, psikoloji gibi disiplinler kapsamında da tartışılmaktadır.

[4] Bu tartışmalara örnek olması açısından bir anımı paylaşayım. Bu yazıyı ilk olarak -halen eğitim gördüğüm- Hacettepe Üniversitesi, Kültürel Çalışmalar ve Medya YL programındaki Suavi Aydın hocamın “Türkiye’de Kültür Politikaları” dersi kapsamında ödev mahiyetinde hazırlamıştım. Derste herkesten ödev konusunu anlatması istendi ve sıra bana geldi. Ben de burada sizlere yazdığım şekliyle -biraz daha çeşitlendirerek- derdimi anlatmaya başladım. Hoca beni dinlerken gayet tatmin görünüyordu, fakat mevzu “sokakta yaşayan köpeklerin de kültürel bir alan yaratamaması” noktasına gelince eliyle beni durdurdu ve insana ait olan bir şeyi, yani kültürü, hayvanlara atfetmenin yanlış olacağını vurguladı. Ben ilk olarak hocanın “hayvanlarda insanlar gibi kültür yoktur, onların kendinelerine özgü kültürleri vardır” gibi bir noktadan yaklaşarak, hayvanların kültürlerini beşeri sınırlarla çiziyor olmamı eleştirdiğini düşündüm. Fakat işin aslı öyle değildi, hoca tartışmayı “hayvanlar, kültürsüzdür” noktasına getirdi. Bu mevzunun etnograflar arasında (multispecies ethnography bağlamında) tartışılageldiğini ve kültür denen şeyin tanımının da -Aristoteles’ten başlayıp, kartezyen düşünce geleneğiyle peak noktasına gelerek- insanmerkeziyetçi olduğunu söylemeye çalıştım, fakat Suavi hocamla ders ortamı içerisinde hiyerarşik konumlanmamızdan dolayı tartışma sağlıklı yürümedi, ben “bilgiyi alan”, pasif konumdaydım. Burada bu hikayeyi anlatma sebebim Suavi hocamı suçlamak veya zan altında bırakmak değil, sadece böylesi tartışmaların halen sürdüğünü ve bazı şeylerin verili kabul edildiğini göstermek istedim.

[5] Türkiyede bu konuları tartışmaya açan araştırmacılara özellikle bir parantez açmak istiyorum. Özlem Semra Dişli, Ezgi Burgan, Emre Koyuncu, Fırat Akova, Hande Çiçek, Merve Tufan, Sezen Ergin Zengin ve adını şu an hatırlayamadığım birçok kişinin bu anlamda araştırmalarının kayda değer olduğunu düşünüyorum.

[6] Gaston Bachelard, epistemolojisinde, beşeri dili -belki de Heidegger’e atıfla- “varlığın evi” olarak tanımlamasından mütevellit mekanı, beşeri dilin öncesi konumuna yerleştirerek, bir yanıyla, mekanların dilsel olandan -ve hatta düşünceden/zihinsel varoluştan- önce insanı etkileyip, biçimlendirdiğinden bahseder. Tabi o zamanlar, bugünkü gibi posthümanist çalışmalar artmamıştı ve dil, ancak beşeri sınırlar doğrultusunda tanımlanıp, işlerliğe sokuluyordu. Bizim tartışmamızdaki köpeklerin eylemliliği, tam da Bachelard’ın diline paralel anlamla ele alınıyor.

[7] Bu uygulama, stigmatizasyonun dik âlâsıydı. Belki de bugün bu durumun, Erving Goffman’a referanslı biçimde geliştirilerek, insan-olmayan hayvanlardaki süreç açısından ele alınmaya ihtiyacı var (Özmen & Erdem, 2018). Köpeklerin, kimliklerinin ve sosyal yaşam alanlarının bu şekilde ifşa edilmesi, bir nevi bazı kesimlerce hedef gösterilmesi, etik açıdan da bakıldığında tartışmaya açıktır.  Köpekler, Giriş kısmında belirttiğim gibi, -Spivakvari bir biçimde- madunlaştırılmış ve “köpek” adı altında yek bir sıfat adı altında kategorize edilerek, kişisel olan her şeyi göz ardı edilmiştir. Özellikle bu kategorizasyon indirgemeciliği Derrida “The Animal That Therefore I Am” adlı eserinde güzel ele alır. “Hayvan” kelimesi kulağa hiç bu kadar zalimce gelmemişti. 


KAYNAKÇA

Bachelard, G. (2020). Mekânın Poetikası. Çev. Alp Tümertekin. İstanbul: İthaki Yayınları.

Descola, Philippe, (2013), Doğa ve Kültürün Ötesinde, Çev. Yerguz, Çev. İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Haraway, Donna, (2007), When Species Meet, Minnesota, University of Minnesota Press.

Harvey, D. (2003). Sosyal Adalet ve Şehir. Çev. Mehmet Moralı. İstanbul: Metis Yayınları.

Latour, Bruno, (2021), Toplumsalı Yeniden Toplama: Aktör-Ağ Teorisine Bir Giriş, Çev. Bingöl. Ankara, Tellekt Yayıncılık.

Lynch, K. (2019). Kent İmgesi. Çev. İrem Başaran. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Özmen, S., & Erdem, R. (2018). Damgalamanın Kavramsal Çerçevesi. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 23(1), 185-208.

Ryan, Derek, (2022), Hayvan Kuramı, Çev. A. Alkan. İstanbul, İletişim Yayınları.

Spivak, G. C. (2016). Madun konuşabilir mi. Çev. Emre Koyuncu, Dipnot Yayınları.

Timofeeva, Oxana. (2018), Hayvanların Tarihi, Çev. B. E. Aksoy. Ankara, Kolektif Kitap.

... 

Yayınlandığı Yer: http://www.toplumveutopya.com/devletin-insanmerkeziyetci-sureti-turkiyede-sokak-hayvanlari-uzerinden-kent-politikasi-erhan-korkmaz/