13 Ağustos 2024 Salı

“Olsun, Köpeğin de Canı Yok mu?”: ‘Sivas’ Filmindeki Sivas ve Aslan’ın İlişkisi Üzerine

Bir süredir izleme listemde bulunan Kaan Müjdeci’nin Sivas adlı filmini yeni bitirdim. Fazlasıyla karışık duygular içerisindeyim. Bir tarafım, filmdeki köpeklerin -gerçek bir biçime olsun veya olmasın- dövüştürülmesi ve bunun seyirciye estetize edilerek sunulmasına karşı öfkeliyken, bir tarafım da Sivas adlı köpeğin failliğinin böylesi alenen seyirciye aksettirilmesinden dolayı içten içe memnuniyet duyuyor. Filmdeki Aslan adındaki çocuğun, köylülerin köpeklerle kurdukları ilişkiyi çaprazlama kesen bir konumda olması, sözgelimi, köpeklerin dövüştürülmesine karşı içimdeki etik hasasiyeti -bilinçsiz bir biçimde de olsa- paylaşması, biraz olsun insan – hayvan ilişkisindeki insanmerkezliliği ve türcülüğü yıkan bir noktadadır.

İnsanın, hayvanlarla -daha doğrusu, insan-olmayan hayvanlarla- kurdukları ilişkilerde, salt entelektüel bir çabanın gereksizliğini bir kez daha görüyoruz. Sivas adlı köpeğin film boyunca içine düştüğü durumlardaki sıkıntılarını Aslan’ın duygu durumlarında görmemiz, bizi her ne kadar Aslan üzerinden Sivas’ı anlamamıza yönlendirse de aslına bakıldığında, Sivas’ın Aslan’dan ve/veya Aslan’ın Sivas’tan bağımsız biçimde düşünülemeyeceğini bize gösteriyor. Bu iki hayvan, türlerüstü bir noktadan bir dostluk inşa etmektedirler fakat bunun sürdürülebilirliği film boyunca çok kere sekteye uğrar. Aslan, Sivas’ı dövüştürmemek için çaba sarf etse de çevresindeki insanlar tarafından kışkırtılır. Bir noktadan sonra aralarındaki ilişki, bir dostluktan ziyade sahip-köle biçiminde bir çıkar ilişkisine dayanır.

Filmi izlerken, yönetmenin ve benim dışımdaki diğer seyircilerin neler düşündüklerini tahmin etmeye çalıştım. Yönetmenin, Sivas’ın failliğini vurgulayarak, köpek dövüştürme karşıtı bir noktadan durduğunu düşünmem fazlasıyla safça olurdu. Filmden sonra, benim dışımdaki çoğu seyircinin sosyal medyadaki yorumlarına baktığımda, Sivas’ın içerisinde bulunduğu iktidar ilişkisinde failliğinin nasıl hem mekânsal hem de söylemsel düzlemde sansüre uğradığını eleştirmediklerini gördüm. Elbette ki böylesi bir beklentiye kapılmam ve insanları benim gibi düşünmeye zorlamam söz konusu değildir. Yine de çok az bilinçli gözün, Aslan’dan ziyade Sivas’a odaklanarak, onun failliğini sorunsallaştırdığını düşünüyorum. Keza böylesi bir çaba bizi filmin iddia ettiğinin ötesine taşır. Film, insanmerkezliliğin ve türcülüğün bir temsili olarak karşımızda dururken, kartezyen düşünceyle birlikte gittikçe artan insan ve hayvan ilişkisindeki düalist kopuş ve bu kopuşun normatif hâle getirilmesi bir tartışma meselesi hâline gelir.

Her ne kadar köy romanlarında olduğu gibi, köyde çekilmiş filmlerde de çevresel koşulların zaruri birer inşacı itki olduğu anlayışı, Sivas ile Aslan arasındaki ilişkinin doğal bir biçimde geliştiği ve doğal bir biçimde de alıştığımız hâline, yani sahiplik ilişkisine tekrar döndürerek Sivas’ın Aslan’a ait bir canlı olduğu “gerçeğine” bizi yaklaştırsa da işin aslının öyle olmadığını düşünüyorum. Hadi gelin, kastetmek istediğimi -filmin de akışına sadık kalarak- detaylandırayım.

İlk Türler Arası Karşılaşma: Tek Taraflı İletişimin Olanaksızlığı


Filmin 10. dakikasında, Aslan, bir atla göz göze gelir. Elindeki sopayla atı yakalamaya çalışır. Aynı atın 16. dakikada Aslan’ın babası tarafından -önünü kestiği için- elinin tersiyle ittirildiğini görürüz. Filmin ilerleyen dakikalarında at, biz seyirciyi bırakmaz ve 19. dakikada tekrar karşımıza çıkar. Bu sefer Aslan tarafından köyün dışarısına götürülerek bırakılır. Köylülerin, “iş görmeyen” at ve eşeklere karşı bu tutumu sergilediklerini daha önce duymuştum. At, Aslan’dan uzaklaşmak yerine, Aslan’ın gitmesi için her şeyi yapmasına rağmen gitmez ve yüz yüze karşılaşmayı tercih eder. Bu karşılaşma, iki türün birbiriyle kurduğu ilişkilenme biçimlerinden birisine işaret eder. Fakat Aslan’ın atın kendisiyle kurduğu ilişkiyi anlamlandırması mümkün olmaz, bunun nedeni de o zaman değin atla kurulan ilişkilerin tek yönlü ve çıkara dayalı olmasıdır. Köylüler, atla kurdukları ilişkide atı yönlendirmeyi, kendi istekleri doğrultusunda konum almasını amaçladıkları için Aslan’ın bu ilişkilenme biçiminin dışındaki bir ilişkilenme ağıyla karşılaşması onun için şaşırtıcı olmuştur. Dakikalar ilerlerken at kendisini adeta türdeşi Torino atını yâd edercesine yere atar, fakat Aslan -maalesef ki- bir Nietzsche değildir. 


Atın bu tepkisi karşısında şaşkına dönen Aslan, koşarak abisinin yanına gider ve onu bu olaya tanık olması için ata doğru sürükler, fakat olay yerine geldiklerinde atın gözden kaybolduğunu görürler. Atın bu tepkisinin tek tanık faili Aslan’dır. Sanki at, kendisiyle kurulacak türler arası ilişkiyi sadece Aslan ile sınırlamaktadır. Peki Aslan’ı at karşısında diğer insanlar arasında ayıran şey nedir? İşte bu noktada, Aslan’ın içerisinde bulunduğu çevreyle kurduğu ilişkiye odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. Ata, Aslan’ın kendisinin tepkisine bir karşılık verebileceğini düşündürten nedir? Derrida bir pasajında, banyosunda çıplak bir vaziyetteyken kedisiyle karşılaşmasını anlatır. Bu karşılaşma Derrida’da bir utangaçlık oluşturur çünkü çıplaktır fakat karşıdaki fail bir insan değildir, o hâlde neden utanma ihtiyacı hissetmiştir? Donna Haraway’in de belirttiği üzere, Derrida’nın kediyle karşılaşması tam bir ilişki değildir çünkü ilişkilerde diyalojik bir süreç bekleriz. Derrida, kedi karşısındaki tepkisinin kedideki karşılığını soruşturması ve bir iletişim alanı yaratmaya çalışması gerekirken kendi iç dünyasına gömülerek bu karşılaşmanın tek taraflı yanlarını sorgular: kedi karşısındaki utangaçlığını. Aslan da Derrida’ya benzer biçimde, atın bu tepkisi karşısında bir iletişim kurmaktan ziyade olay karşısındaki şaşkınlığını abisiyle paylaşmak üzere koşar adım uzaklaşır ve döndüğünde atı bulamaz.

Sivas’ın Failliği Meselesi: “Dövüşken İt”


Belki de filmin en çarpıcı sahneleri 25:00 ile 28:00 dakikaları arasında gerçekleşir. Sivas adındaki köpek, başka bir köpekle öldüresiye bir dövüşe sokulur. Dövüş esnasında Aslan’ın yüz ifadelerine odaklandığımızda, dövüşü tasvip etmediğini hemen anlarız. Hırlamalar arasında bir can pazarı yaşanırken Aslan dışındaki -neredeyse herkes- bu dövüşten aldıkları hazzı coşkulu nidalarıyla seyirciye aktarırlar.  Köyün bir geleneği olarak bu zamana değin sürdürülmüş bu köpek dövüşü, köylüler arasında da bir statüyü işaret edebilir. Sözgelimi, köpeği şampiyon olmuş bir köylü, diğer köylüler arasında “güçlü olanı” tekelinde tuttuğundan dolayı saygı görebilir. Sivas adındaki köpek bu dövüşten mağlup olur. Öyle ki yürüyecek dermanı bile kalmamıştır. Öylece yere yığılır ve sanki ölümü beklemeye koyulur.


Bu manzara karşısında Aslan tepkiseldir. Köylülerin hepsi alanı terk etmişken kendisi ayrılmaz. Sivas’ın yakınına yaklaşır ve atla kuramadığı karşılıklılığı kurmaya çalışır. Bir süre güç toplamak için hareketsiz kalan Sivas, az da olsa güç bularak kendisini bir ağacın altına atar. Sanki varoluşsal bir krize sürüklenmiş gibidir. Öylece ağacın altında başını yere koyarak uykuya dalar. Aslan ise akşamın karanlığı çökmeye başlamasına rağmen Sivas’ı terk etmek istemez. Abisine Sivas’ı almaları için diretmesine rağmen kendisini dinletemez, fakat akşam olup karanlık çökünce abisi endişelenir ve Aslan’ı aramaya aynı bölgeye tekrar gelir. Bu sefer Aslan ile Sivas’ı yan yana görür ve Sivas’ı almayı kabul eder. Artık Sivas, Aslan’ın himayesi altındadır.


Sivas kendisini toplar. Aslan ise Sivas ile kurduğu ilişkiyi güçlendirir. Okulu bile asarak neredeyse her günü Sivas ile geçirmeye başlar. Aralarındaki ilişkinin, Aslan’ın ailesi de dâhil köyün diğer sakinleri tarafından garipsendiğini görürüz. Bu gariplik, Aslan’ın Sivas’a alışageldik biçimde davranmamasıdır. Sanki bir arkadaşıyla geziyor gibi sokaklarda dolaşıyor, onunla konuşuyor, hatta bazen gezilecek yeri Sivas’ın belirlemesine izin veriyor. Aslan’ın arkadaşları, Sivas’ın dövüşebilecek kadar güç topladığından bahsederek kışkırtıcı yaklaşırlar. Aslan ile filmin bu kısmına kadar Sivas’ı asla dövüştürmek istemediğini belirtmesine rağmen bu sözünü çiğnemek zorunda kalır, çünkü dövüştüreceği köpeğin sahibi, okulda hoşlandığı kızla gittikçe yakınlaşan birisidir. Bu çocuk, Aslan tarafından düşman ilan edilir. Sivas da onun köpeğini yenerek, Aslan’ın bu statüsünü hem düşman olduğu çocuk karşısında hem de hoşlandığı kız karşısında yukarı taşır. Hatta sadece bu iki kişi üstünde değil, köyün neredeyse tüm erkekleri tarafından Aslan’a saygı duyulmaya başlanır.


Sivas’ın ve Aslan’ın namı köyde yürümeye başlar. Aslan, bu sefer arkadaşları tarafından değil, köylüler tarafından Sivas’ın başka şehirlerde düzenlenen büyük dövüşlere katılması için kışkırtılır. Bu kışkırtmalar karşısında Aslan’ın kalkanı düşer ve kabul eder. Artık bu noktadan sonra Aslan’da bir sarhoşluk hâli görülür. Hep tereddütlüdür. Uzak uzak düşüncelere dalar.


Sonuç 

Aslan, güçlü bir örneği teşkil eder, o da şudur: Bizler, günümüz paradigması içerisinde, insanı merkeze alan türcülüğü bilinçli veya bilinçsiz olarak benimsemiş çevre tarafından koşullanırız. Bu koşullanmalar, bizi diğer türlerle kurduğumuz ilişkide körleştirir. Ne onların seslerini duyarız, ne de kendimiz onlara sesleniriz. İşte bu noktada, Aslan ile Sivas’ın ilişkisinin yarım kaldığını söyleyebiliriz


Kapanış sahnesinde Sivas’ın uzaklara daldığını görürüz. Ne düşündüğü, içerisinde bulunduğu koşullar içerisinde nasıl bir duygusal durumlar yaşadığı, bu saatten sonra Aslan ile olan ilişkilerinin nasıl ilerleyeceği ve diğer birçok önemli soru askıda kalır. Sivas belki de ta en başında, daha çok küçükken bir dövüş köpeği olarak yetiştirilmiştir. Dövüşmekten başka neyi bildiği ve deneyimlediği de yine askıda kalan sorulardan bazılarıdır.

Son olarak, filmin yönetmeninin Aslan ile Sivas’ın bu ilişkisini seyirciye nasıl iletmek istediğini düşündüm. Acaba Kaan Müjdeci, bilinçli bir çabayla türler arası bir ilişkinin olanaklılığını mı sorgulamak istemişti? Yoksa bu durum, Müjdeci’nin yapıp-ettiklerinin bir sonucu olarak kazara mı ortaya çıkmıştı? Sanat eserini, sanatçıdan ayırmak bir ölçüde doğru ve gerekli bir harekettir, fakat sanat eserlerini sanatçılarından bağımsız ele almak, eksik bir hareket olacaktır. O yüzden, Sivas filmi, seyircisinde uyandırdığı hisler ve düşüncelerle bir eser olarak karşımızda tekil olarak durmaktadır. Kaan Müjdeci, bu filmin ortaya çıkmasında bir emekçi olarak, filme kendi görme biçimini enjekte etmiştir. Sözgelimi, 140journos Youtube kanalının “Yetimo” adlı belgeselinde, Müjdeci’nin atlara olan ilgisinden dolayı filmin çeşitli yerlerine atları yerleştirdiğini görüyoruz. Hatırlarsanız, Aslan’ın da ilk karşılaştığı hayvan attır. Müjdeci’nin atlarla kurmuş olduğu karşılaşma(ları)nın nasıl Sivas ve Aslan üzerinden seyirciye aktarıldığına tanık oluruz. Diğer taraftan da sanat eserinin kendisinin, sanatçısında tamamlandıktan sonra yeni bağlamlarda değerlendirildiğini “köpek dövüşleri” konusu üzerinden anlayabiliriz. Kaan Müjdeci, 2017 yılında Film Yapımcıları Meslek Birliği’ne katılarak -Youtube’da izleyebileceğiniz üzere- bir söyleşi verir ve daha ilk girişte filmdeki köpek dövüşleri sahnelerinin gerçek olmadığını vurgular. Bunun nedeni de birçok kişi tarafından bu konu hakkında kendisine eleştiri gelmesidir. Müjdeci, tepkilerin bu ölçüde geleceğini hiç tahmin etmediğini söyler. Filmdeki köpeklerin dövüştürülmesi, Müjdeci’nin de beklentisini aşarak, farklı bağlamlarda yorumlanır. Acaba bugün çocuk ilişkilerini, köy yaşamını ve hayvanların durumlarını otontize eden bu film, hayvan çalışmalarının gittikçe artmış olacağı yarım asır sonra nasıl yorumlanacaktır?

23 Mart 2024 Cumartesi

“Ya Benimsin Ya Kara Toprağın”: Kıskançlık Bir Tahakküm Aracı mıdır?

Kıskançlık, bir süredir üzerine düşündüğüm, düşünürken de kendi hayat tarihime çokça dönüşler yapmak durumunda hissettiğim bir mevzudur. En son kimi kıskandım? Kıskançlığımı tetikleyen olgular nelerdir? Hangi durum ve koşullar karşısında “kıskanç bir insan” konumunda olurum? Kıskanan ile kıskanılan arasında nasıl bir ilişki vardır ve kıskançlık olgusunu ortaya çıkaran etkenleri hangisi üretir? Bu ve buna benzer birçok soru, üzerine düşünmeye değer, keza başlıkta da gördüğünüz üzere, sonucu kara toprak olan çokça kıskançlık hikayeleri duyduk, duyuyoruz.

Öncelikle kıskançlık denildiği zaman ne anladığımı, kıskançlığı sadece romantik ilişkilere indirgemeden, diğer ilişki biçimlerini de kapsayacak biçimde aktarmaya çalışayım. Kıskançlık için gerekli şeyin, ilk önce, bir ilişki olması gerektiğini düşünüyorum. Ya bir ilişki içerisinde kıskanırız, ya da ilişki sonrası ilişkiye dair. Her halükarda, kıskanan ve/veya kıskanılan, kıskançlığı ilişkiye atıflı bir biçimde yaşar/yaşatır. Peki bir “olmuş ilişki” sınırları çizersek, kıskançlık, ilişkilerin olmamış veya olamamış hâlleri midir? Optimum düzeyde kurulmuş bir ilişki, kıskançlıktan arındırılmış mıdır? Çok soru sorduğumun farkındayım, fakat müsaade edin, önce sorularımı kusarak işe başlamış olayım. Kıskançlık için birbirini belirli duygulanımlarla dolayımlayan iki fail mi gerekiyor yoksa ikiden fazla failin olduğu ilişki biçimlerinde kıskançlık gün yüzüne çıkar mı? Kıskanan – kıskanılan dışında, kıskanan – kıskanan, kıskanılan – kıskanılan şeklinde bir ikili ilişki düşünebilir miyiz, yoksa zaten kıskanmak, aynı zamanda kıskanılmayı da beraber getirdiği için “kıskanan – kıskanan” ilişkisi, “kıskanılan – kıskanılan” ilişkisiyle birlikte mi gelir? Ben hiç kimsenin kıskanandan bağımsız kıskanıldığını görmedim. Tam tersi şekilde, kıskanılanı olmayan bir kıskanan da bulmak neredeyse imkansızdır. Bu yüzden, kıskançlığı konuşurken, zorunlu olarak kıskanılanı da konuşmak, fakat bunu yaparken biri diğerini olumsuzlayan veya değilleyen bir düaliteye kaçmamak gerekir. Kimi durumlarda, kıskanan ile kıskanılan arasındaki ilişki dinamik biçimde rol değiştirebilir, bazı durumlarda birisi kıskanan, diğeri kıskanılan olurken, bazı durumlarda bu tam tersi olabilir. Hatta bazı durumlar olabilir ki her iki fail de hem kıskanan hem de kıskanılan konumunda kendisini bulabilir. Kıskançlık durumunda, bir öznenin, ama bu özne Descartes’in öznesi değildir, başka bir öznenin yapıp-ettiklerinin gerekçelerini -doğrudan veya dolaylı biçimde- kendi epistemik yapısına indirgeme/uyarlama/yaklaştırma/benzetme gayretini anlıyorum. Bu gayret, son derece arzuludur. Arzu, kıskananın iradesi dışında zuhur ederek, kıskanılanı çevrelemeye çalışır. Keza iradeli bir arzu, ötekine yönelik kıskançlığı gerektirmez, belki beklenti oluşturur. Beklenti ile kıskançlık arasındaki ayrımı buradan çizebiliriz. İrademiz doğrultusunda kontrol edilebilir olan arzunun, ötekine ilişkin bir değişimi tetiklemesi, beklenti olarak adlandırılabilirken; kontrol edilemez olan arzunun, ötekine ilişkin bir değişimi tetiklemesi, kıskançlık olarak adlandırılabilir. Burada, kıskanç kişinin, bir arzu tarafından kontrol edildiği, çevrelendiği, rasyonel çıkarımlardan bertaraf edildiğini düşünüyorum. Bunu düşünürken de rasyonel olanı, duygusal olandan değerli bir noktaya koymaktan ve her arzunun kontrol edilebileceğini iddia etmekten kaçınıyorum. Keza arzularımız, bazı durumlarda, rasyonel olan tarafından tanımlanamayabilir, hâliyle her tanımlanmayan şey de kolay kolay kontrol edilemez. Burada kontrol etmekten kastettiğim, tanımlanan, tanımlandıktan sonra anlaşılan ve anlaşıldıktan sonra da ona göre konum alarak duygusal yıpranmaları azaltmayı kastediyorum. Yoksa kontrol etmekten kastettiğim, arzunun seyrini değiştirmek veya yeni bir arzu inşa etmek değildir. Benim arzuyu kontrol etme istencim, onun lehine veya aleyhine yönelik tavır-tutum almaktır. Yani aslında kendini kontrol etmeyi gerektiren bir uzlaşım alanı yaratma çabasıdır. Bir özne, ötekine olan arzusu doğrultusunda, arzuyu tanımlayamadığı, ötekine ilişkin olanın kendisinde ne gibi duygusal tepkileri ortaya çıkardığını bilemediğinde, ötekini kendi arzusu içerisinde eritmeye, onun eylemlerini kendi bilindik epistemik alanına çekmeye çalışır. Bilinmeyen şeyin korkutuculuğu işte bu noktada kendisini gösterir. Hangi durumda nasıl davranılması gerektiğinin bilgisi, sanıldığı kadar kolay cevaplanmaz. Bizler, öteki karşısında, hep bir biçimde konum alırız. Bu konumlanmaların çoğu alışıldıktır. A kişisi, B kişisi ile bir partiye gittiğinde, B kişisinin A kişisine veya tam tersi şekilde A kişinin B kişisine ilişkin tutumlarında belirli alışılmışlıklar vardır. Bu alışıldık davranış ve tutum seti içerisinde son derece konforluyuzdur. Fakat işler değişip, her iki kişinin de doğaçlama bir biçimde, alışıldık olanın dışında davranmaya başlaması, her iki kişinin de yeni konumlar için kendi duygusal durumlarını yoklaması, durumları çok boyutlu biçimde ele alması ve aralarındaki ilişkiyi gözden geçirmesini gerektirir. Böyle bir iş epey zahmetlidir, öyle ki özgül bir davranış ve tutum inşa etmek, çevredeki insanlara danışarak onlardan norm olanı yeniden üretmesini rica etmeyi isteyerek daha da zorlaşır. A veya B kişisi, kurulacak ilişkiler doğrultusunda, ötekinin konumunu da düşünmek durumundadır, hâl böyle olunca ilişkiler ağı epey karmaşıklaşır. Kıskançlık, tek taraftan değil, iki taraftan da inşa edilir. Kıskanan kişi, kıskanılan kişinin eylemleri karşısında bir nevi şaşkınlık içerisinde kalabilir, bunun bir nedeni kıskanılanın kıskanana kendi eylemlerini -onu ikna edecek ölçüde- gerekçelendirmemesinden kaynaklanabilir. Bir diğer nedeni de kıskanan kişinin, kıskanılan kişinin gerekçelendirmelerine kendisini kapatarak, özgül bir ilişki ağı inşa etmeye yönelik direncidir. Hal böyle olunca, ilişkide, kıskançlığı oluşturduğu düşünülen eylem(ler) ikincil değerdedir. Kıskançlık durumunda, kıskançlığı yarattığı düşünülen eylemler hakkında konuşup merkeze onu alarak, kıskanan ile kıskanılan arasındaki iletişimin olanaklılıkları göz ardı edilir. Kıskanan kendisini ifade ederken, kendi duygusal durumlarına işaret etmektense eylemlerin doğruluğuna ve yanlışlığına odaklanır, aynı şekilde kıskanılan da eylemlerine ilişkin duygusal durumlarını işaret etmektense eylemlerin doğruluğunu ve yanlışlığını sorgular. Bu durum, baş ağrısı çeken birisinin ağrının nedenlerini sorgulamaktansa ağrının etkilerini telafi etme gayretine benzer.

Tarih içerisinde, çeşitli ilişki ağları, çeşitli eylem setlerini de beraberinde getirip normalleştirir. Bazı topluluklarda bir kişinin, başka bir kişiyle seksüel bir ilişkiye girmesi kıskançlık nedeni olarak algılanmaz. Burada özellikle seksüel bir ilişkiye işaret etmekteyim, bunun nedeni de seksüel olanın, belirli bir yakınlığa gereksinim duyduğu fikrinin çoğu kimse için kabul edilmesidir. Çevremde çoğunlukla gördüğüm üzere, yakınlaşma eylemi, kıskançlık için bir neden sayılır. Seksüelitenin böylesi bir yan etkisi olması mümkün müdür? Mümkün olduğu fikrindeyim, çünkü birisiyle yakınlaştığımız ölçüde o kişiye dair sınırlarımızda bir gevşeme, azalma görülür. Birinin bir başkasına yakın olduğunu, o kişiler arasındaki ilişkilerde sınırların ne kadar katı olduğu üzerinden anlamaya çalışırım. Yeni tanışan iki kişinin, yıllardır birlikte olan iki kişiye nazaran daha fazla sınırı vardır. Sınırların kişiden kişiye göre kapsamı değişir. Fakat sınırın, bazı kişileri kapsayıp, bazı kişileri dışlaması, kapsayanlara kendilerini özel hissettirebilir. Bu durumda da kıskanan kişi için temel endişe, kendisini özel hissetmemesi, içerisinde olduğunu düşündüğü sınırların başkasını da kapsaması fikrine dayanır. Seksüalite, bu sınırların kimlere kapı araladığına dair güçlü bir gösterge değeri taşır. Şayet birisiyle seks yapıyorsanız, o kişiye dair sınırlarınızı esnettiğiniz düşünülür, çünkü bedensel açılma, soyunma hâli; çırılçıplak kalmak, belirli güven ilişkisiyle kurulduğu düşünülür. Bazı topluluklarda, seksüaliteye yüklenen değer, sınırların gevşemesi anlamına gelmeyebilir. Seksüalitenin dışına çıkarsak, bugün bizlerin kıskançlık olarak gördüğü eylemlerin anlamları da değişebilir. Sözgelimi, birisinin birisiyle birlikte seksüel bir ilişki içerisinde olmasındansa birlikte yemek yemek davranışı kıskançlığa daha çok davet çıkarabilir.

Küreselleşmenin artmasıyla ilişkilerde bir yerellik aramak, ilişkinin faillerinin sosyo-kültürel yapılarının işlerliğini sınamak daha da zorlaşır hâle geldi. Medyanın etkisiyle her geçen gün dünya üzerindeki çeşitli ilişkilere dair şeyler öğreniyoruz. Ulaşımın kolaylaşması ile insanların mobilizasyonu arttı ve farklı sosyo-kültürlerde yaşamış insanlar, sadece kendilerini değil, beraberinde kıskançlık biçimlerini de taşıdılar/taşıyorlar. İlişkilerde hangi sınırlar içerisinde kimlere alanlar açmamız gerektiğinin bilgisi, “toplumdan topluma” değişkenlik gösterirken küreselleşmeyle birlikte kültürlerarası mobilize insan(lar)ın etkisiyle “kişiden kişiye” değişkenlik gösterir oldu. Fakat işin temelinde, dönüp dolaşıp, başta iddia ettiğim üzere, kıskançlığın, bilinmedik duygulanımlara karşı bir direncin göstergesi olduğunu savunmaya devam edeceğim. Bu duygulanmaların nedenleri de değişkenlik gösterebilir, Örneğin, kurulan ilişki(ler)de, ötekine karşı kıskançlık duymak veya onu kıskanıyor olmak, beklentinin öteki tarafından karşılanamamasından kaynaklanabilmekle birlikte, sadece kendisine gösterilmesini arzuladığı belirli davranışların tahakküm altına alınma çabasından da kaynaklanabilmektedir. “Kıskanan kişilerin motivasyonları budur” gibisinden bir indirgemecilik yapmayacağım. Hatta kıskanma eyleminin kıskanan bazlı bir noktadan da almayarak kıskanılanın belki manipülatif bir biçimde yürüttüğü stratejik hamleleri veya buna kapı aralayan tutumlarını da sorgulayacağım. Kıskanılan için kıskanılmak, gördüğüm kadarıyla çoğu durumda kışkırtıcıdır. Kıskanılmak, kendisine yöneltilen arzunun varlığının bir ispatıdır. Kendisine yöneltilen arzuya -ne pahasına olursa olsun- kucak açan herkesin kıskanılmaktan rahatsız olacağını sanmıyorum. Benim içinse durumun biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Kıskançlığı son derece tehlikeli buluyorum. Bunun nedeni sadece, kıskanılan veya kıskanan birisi olarak, eylemlerimin sınırlanması değil, kontrol edilemeyen, motivasyonunun gerekçelenmelere dayalı açımlanmayan arzunun sere serpe tarafıma nüksetmesidir. Başlıktaki “Kara Toprak” kısmı, işte tam burasıdır. Arzularımız, bazı durumlarda, öyle güçlü biçimde dışavurur ki sahibini bile bir müddet sonra şaşkınlığa uğratabilir. Ben’i koruma çabası, arzuyla birleşince, ki buna halk arasında “onur, şeref” gibi isimler verilebilir, muhattabı olan kişiyi yok etmeye kadar gidebilir. “Ya benimsin ya kara toprağın” sözü, “ya ben’i koruma çabamı destekleyerek arzuma boyun eğersin ya da ben’in girdiği mücadeleyi topyekün ortadan kaldırırım” şeklinde açıklanır. Kıskanan kişi, kendisine rağmen kendisi için bir değişimi tetikleyerek kıskançlığının peşinden gidip ilişkinin dinamiğini anlamaya çalışmalıdır. Kıskanılanın da karşısındaki kişinin arzusunu daha da kamçılayacak tavır ve tutumlarda bulunması, sonunda kendi ölüm ihtimaline rağmen beslendiği canlıyı tüketen parazite benzer. Şunu açıklıkla söyleyebilirim ki her ne kadar kıskançlık, ilişkilerde verili bir şeymiş gibi doğal karşılansa da öyle değildir. Kıskançlığın tek doğal, verili tarafı, her yeni durum ve olay karşısında kendisini gösterebilmesidir. Bunu ilişkinin geneline yayarak meşrulaştırmak, hem kıskananın hem de kıskanılanın ilişkilerinin köküne kibrit suyu dökmesi demektir.

Kıskançlık meselesini her ne kadar kişilerarası mikro düzeyde ele alsam da işin makro tarafını göz ardı edemeyiz. Sözgelimi, devlet iktidarı, kıskançlığı, aile kurumu üzerinden yeniden üreterek kendi lehine bir stabilizasyon sağlayabilir. Kıskanan ve kıskanılan ilişkisi, daha dar ilişki ağı içerisinde olmayı zorunlu kılarken, kıskançlığın olmadığı bir ilişki, daha geniş bir ilişki ağına işaret edebilir. İlişki ağlarının genişlemesi, evlilik yoluyla yapılan sadece heteroseksüel ikili ilişkilere dayalı resmi belgelemenin de gün gittikçe zayıflaması, devletin kontrol edilebilirliğine ilişkin sekte vurabilir. İlişkilerde kıskançlığın azalması veya olmaması durumu, faillerin, diğer kişilerle kurdukları ilişkilerinde daha rahat olmalarına neden olabilmektedir. Çoklu girift bir ilişki ağının oluşması demek, heteronormatif bir arzu inşasının da sekteye uğraması demek olabilir: Sözgelimi, yılın 14 şubatında eşine yüzük hediye eden bir modelin reklamını görmemiz zorlaşabilir. Halkına en az üç çocuk yapması öğüdünü veren bir siyasi lider, böylesi bir durumda, çocuk yapmakla evlilik arasındaki ilişkiyi yeterli düzeyde kuramayabilir. Nedense, heteroseksüalite ile tekeşlilik kol kola gidiyormuş gibi bir izlenim vardır. Oysaki bunu kabul ederek hareket etmek, bir yanıyla bizleri yanıltırken bir yanıyla da günümüz paradigması içerisinde pohpohlanan geleneksel değerlerin anlaşılmasını kolaylaştırabilir. Bu anlayışı savunmak neden yanıltıcıdır, çünkü arzuyu cinsiyetleştirerek, A veya B cinsiyetine; A veya B cinsel yönelime sahip kişiye indirgemiş oluruz. A – A; B – B veya daha farklı komplikasyonlarda kurulan ilişkilerde de pekala -yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü- kıskançlık görülebilir. Arzularımızın cinsiyeti var mıdır sorusu başka bir yazının konusu, fakat arzuyu arzulayana endeksli düşünür ve arzulayan aktörü de -insan olsun veya olmasın- farklı cinsiyet edimlerine girebilitesini göz önünde bulundurursak bu soruya “Hayır, arzularımızın cinsiyeti yoktur!” cevabını veririm. Fakat, ilişkileri kategorize etmek, denetim veya kontrol altında tutmak için bir gerekliliktir. Devlet iktidarı da -ister A diyelim, ister B- cinsiyeti ve cinsel yönelimleri kategorize ederek tanzimlemeye çalışır. Bu durumda da faillerden bu tanzime uyması istenir. Kıskançlık, bu tanzimlere uymak için, ilişkilerin çeşitlenmemesi için bir çeşit yapının öğelerini tutan harç görevi görebilir.

Kıskançlığı, insanmerkezli bir biçimde düşünüp düşünülemeyeceği de tartışma konusudur. Şayet kıskançlığı ilişki bağlamında ele alıyorsak ve ilişki dediğimiz şeyi de sadece insana içkin bir değer olarak kabul etmiyorsak insan-olmayanların -birbirleriyle ilişkilerinin kesinleştiği noktada- kıskançlık durumlarına girdiklerini kabul etmemiz gerekir. Hatırlayacağınız üzere, kıskançlığı ilişkilere içkin, muhtemel durumlarda kendilerini gösterebileceklerini söylemiştik. Peki bu nasıl gerçekleşir, yukarıda insan – insan ilişkilerine dair yaptığımız değerlendirmeler, insan-olmayanlar arasında veya insanlar ile insan-olmayanlar arasında da gözlemlenebilir mi? Maalesef ki bu konuda yapacağımız her yorumun, şu anki akademik alanın yetkinliğini göz önünde bulundurursak, insan-olmayanların çevresel koşullanmalardan dolayı bazı temel motivasyonlara dayalı eylemlerde bulunduklarını söylemekten öteye gidemeyiz. Denebilir ki bir köpek, başka bir köpeği kıskanır çünkü kıskandığı köpek temel ihtiyaçlar konusunda kendisinden daha avantajlıdır. Salt biyolojik çıkarlara dayalı bir kıskançlığın olduğunu söylemek, en azından köpekler hakkında konuşursak, onların hem çevresiyle hem de türsel olarak birbirleriyle kurdukları ilişkiyi basite indirgemek olacaktır. Aynı indirgemeciliğe sahip birisi pekâlâ insanlar için de bunu söyleyebilir: “Bir insanın başka bir insanı kıskanması, onun yiyemediği yiyeceklere sahip olmasından kaynaklanmaktadır.” Oysaki kıskançlık meselesini, ilişkilerin özgül yapısını anlamaya çalışarak açımlayabiliriz. İnsan-olmayan hayvanlara ilişkin yapılan gerek etolojik gerekse de diğer sosyal bilimler alanlarındaki disiplinlerin çalışmaları, maalesef ki bugün insan-olmayanlar arasındaki kıskançlığın ne olduğunu veya ne olabileceğine dair tatmin edici bir şeyler söylemeyi mümkün kılmıyor. İçlerinizden bazıları çıkarak insanın türsel olarak kendine dair bir şeyler söyleyebilme hakkı, başka türlere dair bir şeyler söyleyebilme hakkı olduğu anlamına mı gelmektedir, bu temsil sorununu ortaya çıkarmaz mı? şeklinde bir soru yöneltebilir. Bu soru eleştirel hayvan çalışmaları kapsamında halen tartışılagelmektedir. Kimi araştırmacılar, insan-olmayan hayvanlara yönelik yapılan çalışmalarda, insanın alanını anlamaya yönelik, yani bir çeşit insanın ne’liğine yönelik felsefi soruların peşinden giderek insanı anlamanın insan-olmayan hayvanlara özgül alan açacağını söylerler. Fakat bu şu şekilde anlaşılmamalıdır, insanın dışında kalan her şey, insanın-değillemesi, insan-olmayan hayvan(lar)a aittir. Böylesi bir dikotomi kurmak, zaten eleştirel hayvan çalışmalarındaki araştırmacıların yıkmaya çalıştığı kartezyen düşünceyi yeniden üretmek demek olur. Bu açıdan da bakarsak, kıskançlık meselesi, son derece insan-olmayan hayvanlar üzerinden gözlemlenip anlaşılabilmesi zor olabilir. Birbirine kızan iki canlıyı gördüğümüzde aralarında bir kıskançlık mevzusu olduğunu tahmin edebiliriz, fakat bu iki oynaşan canlı, iki düşman canlı, birbirine üslup olarak sert ama içerik olarak tatlı şeyler söyleyen iki canlı oldukları gerçeğini de göz ardı etmemize neden değildir. O yüzden bu meseleyi de başka yazılarda açmak üzere şimdilik bırakıyorum.

Sonuç

Görüleceği üzere, kıskançlık meselesinin birden fazla boyutunu ortaya çıkarmaya çalıştım. Kıskançlığı, ikili romantik ilişkilerde iki tarafın birbirine karşı olan tavır ve tutumlar olarak ele alırken aynı zamanda romantik olmayıp belirli ataerkil ve/veya heteronormatif çıkarlara dayalı tahakküm ilişkisinin aracı olarak da ele almaya çalıştım. Hatta kıskançlık hakkında ne düşündüğünü sorduğum bir arkadaşımın işaret ettiği üzere, kıskançlığı, insanmerkezli bir eylem olmaktan çıkarıp insan-olmayanların nasıl kıskanabileceği ve kıskanılabileceği üzerine -yeterli olmamakla birlikte- düşünmeye çalıştım. Özellikle lise zamanlarımın vazgeçilmez melankoli nesnesi olan kıskançlığın, şimdi baktığımda, kıskanan olmanın, kendimle ilgili bir meseleden kaynaklı ortaya çıktığını anlıyorum. Ötekine duyduğum hislerin ötekiyle nasıl ilişkilendiği, ötekinin benim hislerimi ne ölçüde kendi lehine kullanmaya başladığı ve belki daha önemlisi kendimin öteki karşısındaki konumunu nasıl inşa ettiğim, tüm bu kıskançlık denen mevzunun saç ayaklarını oluşturuyor/du. Bazı durumlar olabilir ki kıskanılan, kıskanan tarafından fiziksel veya psikolojik olarak kıskaç altına alınır. O noktada bu eylemler, her ne kadar gazete haberlerinin üçüncü sayfalarında manşet olarak atılıp kıskançlığa işaret edilse de daha yapısal bir sorunun çıktıları olarak ele alınmalı ve kıskançlık arkasına sığınan şiddet faillerinin eylemlerini bu biçimde romantize etmesi engellenmelidir. Bu söylemimle kıskançlığın sadece romantik bir eylem olarak var olabileceğini iddia etmiyorum, aksine, kıskançlığın romantik bir eylemmiş gibi lanse edilip belirli normatif kalıplar içinde şiddet nedeni olarak sunulmasının tehlikelerine işaret etmek istiyorum.

22 Şubat 2024 Perşembe

Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti 3: Beni Sokak Siyasetinden Alıkoyan Nedir?

 





Bu yazıyı, önceki “Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti: Türkiye’de Sokak Hayvanları Üzerinden Kent Politikası” ve “Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti 2: Ne Yapmalı?” yazılarımdan sonra devletin sokak siyaseti üzerindeki etkisini, yine “Sokak Hayvanları” sorununa ilişkili olarak kent politikaları bağlamında ele almayı düşündüğüm -devam niteliğinde- üçüncü bir yazı olarak yazmaya karar verdim. Sokak siyaseti, üzerine bir süredir kafa yorduğum ve bu süreçte de bir özeleştiri olarak kendimin sokak siyasetinden uzak bir noktada neden konumlandırdığımı sorguladığım bir konudur. Elbette ki sokak siyaseti derken neyi kastettiğimi ve bu kavramı dile getirirken başka siyaset biçimleri de olduğunu iddia ettiğimi söylemeliyim, fakat bunları ele almadan önce, sizlere, kendimin önce siyasetle sonra da sokak siyasetiyle nasıl bir ilişki kurduğundan bahsetmeliyim. Böylece, bir yanıyla, kendimin -sokak siyasetinde pasif bir fail olarak- bir ifşaatı niteliğinde olan bu metinde, teorik bir yapı üzerinden değil doğrudan benimle kendiniz aranızda bir bağ kurabilir veya kurmazsınız. Oldum olası, yazısında “kendisini harcayan” yazarları sevmişimdir, burada öncelik metne verilir, metin, yazarı da araçsallaştırarak hatta yazara rağmen okuyucusuyla iletişime geçer. Yazar belki de kolektif ve tarihsel bir bilinçten akan/sızan bir söylemi, kendini araçsallaştırarak okuyucuya sunar. Yazar, kendisini metin için öldürmeye razı gelir. Bakalım ben kendimi ne kadar öldürebileceğim, ipleri egomun elinden alabileceğim.

Sokak Siyaseti = Kaotik Kargaşa: Sokaktan Korkan Bir Çocuk

Bundan yaklaşık 12-13 yıl kadar önce, ortaokul dönemimdeyken, babamla birlikte bir gün Antalya Kaleiçi’nde geziyorduk. Çarşının bir noktasında, sanıyorum o zamanın radikal muhalif örgütlerinden bazıları stant açmışlardı. Ben, birçok şeye, özellikle de siyasete ilgili bir çocuk olarak stantlara koştum. Broşürlerini aldım ve kendileriyle iletişime geçmeye hazırlanırken babam tarafından hışımla kolumdan yakalanarak gerisin geriye sürüklendim. “Ne yapıyorsun sen, etrafta o kadar sivil polis var, stanta yaklaşanları damgalıyorlar, salak mısın oğlum sen…” Şaşırmış ve korkmuştum. Öyle ki elimdeki broşürü korkudan cebime bile koyamadım ve sanki çevremde beni izleyen sivil polislere “bakın ben suçsuzum” dercesine broşürü çöpe attım. Lise yıllarımın başlarındaydım, yine nedenini şu an hatırlayamadığım bir sokak eylemine katılmak istemiştim, bu sefer de annemden iyi bir fırça yedim. Bu seferki söylemler “Oğlum anarşist onlar, kargaşa çıkarıyorlar sokakta, bak seni vururlar” şeklindeydi. Ha şimdi bir anımı daha hatırladım. Çok daha önce, yaklaşık 16-17 yıl önce, 3. veya 4. sınıf öğrencisiyim. Ailem Fethiye’de yaşıyor, ben babaannemin yanında 1 yıl okumak için Hatay’a gitmiştim. Babaannemin evi de Hatay’ın Suriye sınırına yakın Kırıkhan’ın bir köyünde. Köy, Hatay Türkiye’nin eline geçince, o zamanki hükümet tarafından kurulmuş sıra sıra yüzlerce evden oluşuyordu. Her neyse, benim kaldığım o zamanlarda, köye yakın bir dağda her gün çatışma sesleri duyulurdu. PKK ile jandarma/asker arasında süreğen bu çatışmalarda biz çocuklar epey korkardık. Okullarımıza gittiğimizde, okuldaki arkadaşlarla bazen okul çıkışında, öldürülen PKK’lı insanların ölmüş fotoğraflarına -telefon üzerinden- bakardık. Daha doğrusu, yanlış hatırlamıyorsam, bu fotoğraflar büyükler tarafından bizlere gösteriliyordu, çünkü o zamanlarda bizlerde telefon yoktu. O fotoğrafların kimlere ait olduğunu, gerçekten seslerini duyduğumuz çatışmalarda ölen insanlara mı ait olduklarını bilmiyordum. Ne söylenirse inanıyordum işte. Böylesi bir ortamda, torunlarına korkunç hikayeler anlatmayı seven babaannem, bu çatışma seslerini ve gerilimli ortamı hikayelerinin konusu haline getirerek, bazı geceler beni korkuturdu. “Gece bu evler arasında anarşikler geziyorlar, bak bazı evler boş, işte o evlerde kalıyorlar. Hatta bazen içerisinde yaşayanların oldukları eve girip, zorla birkaç gün konaklıyorlar. Bazen evdekileri öldürüp, tecavüz de edebiliyorlar…” Görüleceği üzere, babaannemin pedagoglar tarafından ödüllendirilmesi gerekiyor. Buradaki anarşikler, bir önceki anlattığım annemle olan hikayedeki anarşiklerle benzer anlam yüküne sahip. Bilindiği üzere, anarşizm, Türkiye’de hep kaos olarak algılanmış ve anarşistler de bu kaosun yaratıcıları olarak damgalanmışlar. Burada ise babaannemin PKK mensuplarını anarşikler olarak damgalaması, işte bu kaotik ortamın varlığına ve bu insanların bu kaosu yarattıklarına işaret ediyor. Hikayeyi devam edeyim. Ben tabi korkuyla babaanneme “Ya babaanne neden bu insanlar dağa çıkıp savaşıyorlar ki?” diye sorardım, o da bana Heredotvari vakünistlerin metinlerine referanslar vererek çağlar boyu süregelmiş göçebelik ve yerleşiklik çatışmasını, feodal yapıların/devletlerin vergi politikalarını, Ortadoğu’da aşiretlerin/kabilelerin özerk olmak adına verdikleri mücadeleleri ve Osmanlı tarihinin bedevilerle ve doğudaki aşiretlerle olan ilişkilerini falan anlatırdı. Şaka şaka… inandınız mı? Babannem bana “Onlar devlet düşmanı…” tarzında kısa ve net cevaplar verirdi. Şunu da hep eklerdi “Bu gibi insanlar, şehirlerde de sokakları karıştırıyorlar…”

Siyasetle ve sokak siyasetiyle kurduğum ilişki bunlarla da bitmedi. Bundan yaklaşık 10-11 yıl kadar önce, lise zamanlarımda, bilinçli bir siyasi aktör olmazken, daha doğrusu, neyin doğru neyin yanlış olduğunu -fanatik bir siyasi taraftarlığına kapılmadan- ayırt edemezken ülkü ocaklarına gitmeye başlamıştım. Ülkü ocağı bana bir etkileşim alanı sağlıyordu. Çoğu arkadaşım ocakla doğrudan veya dolaylı ilişkili insanlardı. Bir de o zamanlar şiir okuma yarışmalarında, etkinliklerinde ön plana çıktığım için ocaktaki kalabalık buluşmalarda vatan sevgisi temalı şiirler okurdum. Ocakla ilişkim yaklaşık 1 yıl sürdü. Bu süreçte onlarla sokağa siyaset yapmaya inmedim, en fazla 10 güne bir ocağa gidip çay, sigara içer, toplantılara katılıp gündem siyasetine dair fikirler dinlerdim. “Bir noktada buluşacağız”, “siyasi bir eylem var”, “şu saatte şuradayız gibi” organizasyonlarda ben hep geri çekilirdim, çünkü korkuyordum. Sokak, kargaşa yeriydi. O zamanlarda, ocaktaki abilerimiz de bu korkumu anlamış olmalılardı ki çok ısrarcı olmazlardı. Aradan 1 – 1.5 yıl kadar geçti. Bu sefer solcu arkadaşlarımın sayısı artmaya başladı etrafımda. Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar, Hikmet Kıvılcımlar falan konuşulur olmuştu. Bu sefer de onlara kapılmıştım ama kendimi bir solcu olarak tanımlamıyordum, çünkü tanıdığım çoğu solcu kişi, aktif bir sokak siyasetine dahildi. Ya sokaklara afişler asıyorlar, ya da eylemlere katılıyorlardı. Onlarla Marksist literatüre dair tartışmalar yürütmeye çalışırdım, Lenin’den Mao’ya, günümüz neoliberal politikalarından feodal dönem siyasi oluşumlara kadar… Ne zaman beni sokağa davet etseler, geri adım atardım. Onlar da anlayışlılardı ki çok ısrarcı olmazlardı. Geldik üniversite yıllarıma, daha doğrusu, DTCF’deki üniversite yıllarıma, bundan 4-5 yıl önce, o zamanki solcu arkadaşlarımı sevmeme rağmen sol ideolojilere karşı soğumuştum. Tanımlayamadığım, aklımın basmadığı birçok şey barındıran ve beni ideolojik olarak geri çeken bir teorik zemindi. Şimdi bile bazı noktalarını halen anlayamadığımı düşünürüm. Her neyse, solculuk meselesi bana göre değildi, çünkü daha güçlü bir ideoloji bulmuştum, veganlık. Veganlığa sürüklenmem, çevresel etkilerden ziyade kendi iç sorgulayışlarımla olmuştu. Veganlığımın ilk yıllarında, kendimin dışında vegan oluşumlardan bihaberdim. Veganlığımın ikinci yılında, çevremdeki vegan oluşumlardan haberim olmaya başladı. Tek tek, denk geldikçe çeşitli oluşumların toplantılarına katılmaya çalıştım. Onlar da bazen beni sokağa siyaset yapmaya çağırıyorlardı, tahmin edeceğiniz üzere gitmedim. Bu sefer bu kendimi geri çekişimi basit bir “korkuyorum” argümanı ile savunamazdım çünkü etik hassasiyetlerimden dolayı kendime karşı bu konudaki kızgınlığım artıyordu. Ben de “Ben sokakta değil de akademide mücadele veriyorum, akademik bir vegan aktivistiyim” gibi bir paravan argüman buldum, ki halen ara ara bu argümanın arkasına sığınıp sokaktan kaçarım. Neden? Çünkü sokak, kargaşa yeriydi.

Geçen yıllarda, DTCF’de lisans eğitimimin son yılında, eleştirel okuma atölyesi kurdum ve atölyeye dahil olan entelektüel arkadaşlarımla etnografik çalışmalara dayalı kitaplar seçerek, her hafta kitaptan 50-60 sayfa derinlemesine okuma ve tartışmalar yaptık. Bir kitap yaklaşık 4-5 hafta sürüyordu ve sonunda da kitabın yazarıyla Zoom üzerinden 2 saate yakın toplantı alıyorduk. Atölyenin ilk veya ikinci kitabı Ayşen Uysal hocanın Sokakta Siyaset kitabıydı. Hoca hem nicel hem nitel bazda araştırma yürüterek, Türkiye’nin sokakta yürütülen siyasi protestolarını konu edinmişti. Bu eylemler nasıl ve ne motivasyonla(rla) yürüyordu/yürütülüyordu? Bu durumlarda iktidar mekanizmasının rolü neydi? Bu ve buna benzer birçok sorunun cevabı verilmeye çalışılmıştı. Kitabın detaylarına burada girmeyeyim fakat kitap beni çok etkilemişti. Yukarıda size de anlattığım anılarıma sürüklendim. Kendi sokaktaki pasif konumumu sorguladım ve altından -yüzleşmekte zorlandığım- gerçeklerle karşılaştım.  Babam, annem, babaannem, sokağın öyle ya da böyle bir kargaşa alanı olduğunu, siyasi bir ideolojinin sokakta değil, mecliste veya sandıkta yürütülmesi gerektiğini iddia ederken Uysal hoca bu düşüncelerin de siyasi bir kontrol söylemi olarak devlete ait olduğunu ve sokakların bu şekilde sterilleştirilerek, halkı sokaktan uzak tutmaya yönelik bir çaba olduğunu söylüyordu. Bu sorgulamalarım veganlığımın son 1 yılı içerisinde oldu. Yani son 1 yılda, sokaklara bakışım değişti. Çevremde değerli bulduğum ve ideolojisine tutunduğum vegan oluşumlara dahil oldum. Etkinliklere katılmaya çalıştım. Verilen görevleri yerine getirmeye çalıştım. Kongrelere, sempozyumlara, topluluk konuşmalarına vs. türcülüğü -akademik bir dille- anlatmaya gittim. Fakat sokağa çıktım mı? Hayır. Fakat bu bana davet edilmiş bir sokak davetini geri çevirerek olmadı, seçimler, depremler vs. derken sokak eylemlerine davet almadığımdandı. Fakat bugün, yani 26.12.2023’de, Kızılay’da bulunan özgürlük heykelinin oradaki sokak hayvanlarına özgürlük oturma eylemine katılacağım. Bu benim ilk sokak eylemim olacak. Korkuyor muyum? Evet. Fakat korkumun bana ait olmadığını biliyorum, o yüzden bu korkunun cesaretimin önüne geçmesine müsade etmiyorum.

Sokağın Siyasi Politikası: Sokak Siyaseti Çok Mu Abartılıyor?

Sokak, kimi durumlarda, var olan siyasi iktidarın anti-yapısı olarak siyasi söylemleri yeniden üretmek adına güçlü bir zemin sağlar. Mihail Bahtin’in karnavalları -mevcut rejime- bir antitez olarak görmesi gibi ben de sokakları öyle görüyorum. Bu elbette ki sadece muhalif kesimlerin bir direniş alanı değildir. Kimi durumlarda, mevcut rejimin söylemlerinin dile getirildiği veya mevcut rejimin aksine farklı siyasi oluşumların birbirlerine karşı tepki gösterdiği bir alan olarak da görebiliriz sokağı. O yüzden de tarihte birçok örneğini gördüğümüz gibi sokakların kontrolü önemlidir. Ayaklanmalar, kalkışmalar, sokaklardan yayılarak bir saltanatı, bir rejimi yıkabilir. Sokak, bir taban hareketini desteklemesi için de sokaktan uzak, siyasi otoriteler tarafından da desteklenebilir. Sözgelimi, tarih yine bize göstermiştir ki sokağa çağrı, bazı durumlarda siyasi zeminin en tepesindeki kesimler tarafından da yapılır. Halkı sokağa indirmek, belirli kesimleri sokak eylemleri için teşviklemek, meclisin yetmediği, hukuksal zeminin yetersiz geldiği noktada bir maymuncuk, aparat olarak kullanılabilir. Bu yüzden de sokağa kim(ler)in, hangi durumlarda çıkacağının bilgisi önemlidir.

Türkiye’de sokak eylemleri, özellikle yaşımın yettiği kadarıyla gözlemlediğim son 20 yılda, iktidar rejime muhalif kesimlerce seslerini duyurabildiği tek siyasi zemin olarak görülüyor. Bu durum beraberinde birçok riski de getiriyor. Bugün Türkiye’de sokağa çıkmak, hukuka duyulan güvensizlikten kaynaklı olarak, eylemcileri korkutmaya yetiyor. Sokak eylemlerinde yakalanmış ve ömrünün bir kısmını hapishanede geçirmiş birçok insan göze çarpar. Bu insanlar, sokağa çıkma potansiyeli taşıyan binlerce, hatta milyonlarca insana da gözdağı vermek suretiyle ibretlik olarak medyada gösterilir. Benim de annemi, babamı, babaannemi korkuya iten şey, kendi dönemlerindeki siyasi çalkantılarda sokaklarda öldürülmüş, gözaltına alınıp hapse atılmış bu insanlardır. Böylesi bir korku dalgası, işe yaramanın ötesinde, kendi işbirlikçilerini de yaratır. Sokağa çıkılmaması yönünde, siyasi iktidarla hiçbir bağı bulunmayan kişilerden öneriler duyarız. Bir noktadan sonra sokakta olma hali, kendi başına suç teşkil etmeye başlar. Sokaklar, barbarların, kaos yaratmaya çalışanların, anarşiklerin alanıymış gibi ele alınmaya başlanır.

Türkiye dışında bir müddet yaşamış insanlarla konuştuğumda, sokakların, herkesçe kullanıma açık, kamusal bir alan olduğu ve istenildiği zaman -sadece iktidar rejime karşı değil- en ufak toplumsal meselelerde bile bulunabilineceği bir yermiş gibi ele alınır. Ülkenin bilmem neresinde bir süre kesintili kalan elektrik, su gibi hizmetleri, yerel yönetimdeki belirli kesimleri, hatta yan sokaktaki sokak sakinlerini protesto etmek için dahi sokaklar bir siyasi zemin olarak kullanılırmış. Bizim ülkemizde ise sokağa çıkmanın, kimi resmi güvenlik güçleri tarafından şiddete maruz kalmak, yerlerde sürünmek, terörist olarak yaftalanmak, sokak eylemlerine tepki gösteren kesimlerce yaralanmak hatta belki de öldürülmek olduğunu 6-7 yaşlarındaki çocuklar bile bilir. Haliyle sokaktan korkmak, her ne kadar sokaklara karşı yaratılan bu algıyı beslese de -bu şartlar altında- çok normaldir. Peki biz halk kesiminden, siyasi çözümlerin sadece sandığa indirgenmemesi gerektiğini bilenler, siyasi söylemlerimizi nerede duyuracağız? Her ne kadar küreselleşmeyle birlikte sosyal medyanın işlerlik kazanması, Twitter, Instagram gibi mecraları böyle bir zemin haline getirse de sokakların bu şekilde atıl kalması normal mi? Veya sokaklardan soyutlanmış bizler, siyasi bir fail olarak kendimizi nasıl özerk hissederiz?

Sokakların sadece belirli ideolojilere sahip kesimlerce siyasi söylem zemini haline getirildiği iddiası da yanıltıcıdır. A ideolojisine sahip kesimin sokakta görünürlük kazanmaya yönelik çok fazla çaba vermiş ve veriyor olması, sokak siyasetinin veya sokakta gerçekleşecek her eylemin faturasını onlara kesmek demek de değildir. Siyasi yapılar, tarih karşısında doğal bir hezeyana uğrayarak değiştiğinde, ki bu kaçınılmazdır, bugün A partisinin -kendi ideolojisine sahip kesimin iktidarda olmasından kaynaklı- sokaklardan uzak olması, yarın onların da sokaklara ihtiyaç duymayacağı anlamına gelmez. Bu yüzden sokakları savunmanın, sokaklarda siyasi bir zeminin varlığını korumanın, kamusal bir yükümlülük olarak biz duyarlı insanların görevi olduğunu düşünüyorum.

Ayşen Uysal, Sokakta Siyaset eserinde, sokaktaki eylemlerde hem resmi güvenlik güçlerinin hem de eylemcilerin, kendilerince sokak eylemlerinin sürdürülmesine veya sürdürülememesine dair stratejiler geliştirdiklerinden bahseder. Güvenlik güçleri, ellerinde video kameralarla eylemcileri video kaydına alırlar. Böylece eylemciler üzerinde bir dikizci edasıyla görülme, afişe olma baskısı yaratırlar. Aynı şekilde eylemciler de video kameralarla güvenlik güçlerini videoya alırlar ve onların her hareketinin belgelendiğini, muhtemel bir gayriresmi tutumda gerek sosyal medyada dolayımlanarak halk kitlesi tarafından gerekse de yargı karşısında bir kanıt niteliğinde eleştiriye tutulacağı endişesini dayatırlar. Karşılıklı bu stratejilerde, güvenlik güçleri, tutumlarıyla bir yanıyla -ben gibi- korkak eylemcilere geri adım attırırlar. Sokakta damgalanmak, sicilin kirletilmesi, gündelik hayat ilişkilerini de zora sokacağı düşünülür. Sözgelimi, damgalanmış, sicili kirlenmiş bir eylemci, devlet dairelerinde veya devlete doğrudan/dolaylı bağlı kurumlardaki güvenlik soruşturmasından geçemez ve işsiz kalabilir. Sokakların bu şekilde kontrol altına alma çabası, güvenlik güçlerini araçsallaştıran devlet iktidarı tarafından -yöntemler tartışılmakla birlikte- bir yanıyla zaruridir. Bugün en refah, en insan haklarına duyarlı ülkelerde dahi, sokakların güvenlik güçlerince kontrol altında tutulması zorunlu görülür, keza sokaklar, ulusal güvenliği zedeleyen eylemleri de doğurabilir.

Sokak Hayvanları Sorununda Sokak Siyasetinin Rolü

Şimdi denebilir ki “bu kadar sokak siyasetine dair konuşmadan sonra bu mevzu bugünün sokak hayvanları sorununa nasıl bağlanacak?”. Yerinde bir soru, şöyle ki sokak siyasetiyle sokak hayvanları sorunu, doğrudan bir biçimde birbirleriyle ilişkili görülmez, bunun nedeni de sokakta siyaset yürütmeye çalışan aktörler, insanlardır. Hal böyle olunca da sokak siyaseti bağlamında sokağın aktörlerine ilişkin söylenmemiş her söz, konuyla doğrudan ilişkili görülmez. Ben bu görüşe karşı çıkmak istiyorum. Bunun nedeni de önceki yazılarımda biraz değinmiş olduğum, genel açıdan kentlerin, özelde ise sokakların beşeri düşünceler üzerindeki etkilerinin insan üzerinden insan-olmayan canlılara etki etmesidir. Burada kastettiğim, sokakların nasıl tasarlandığı değildir. Sokakların nasıl ve ne biçimlerdeki sokak siyasetlerine zemin sağlayıp sağlamadığıdır. Devlet iktidarı tarafından sokak siyasetinden sterilize edilmeye çalışılan bir sokak, aynı zamanda sokaktaki karşı-söylemsel zemini/anti-yapıyı da yıkmaya çalışır. Sokakta yaşayan canlılar[1],  söylemlerini, bedenleriyle var ederler. Söylem, sadece dil aracılığıyla inşa edilmez ve aktarılmaz. Beden de bir söylem aracı olabilir. Bedenin varlığı, kendi başına bir söyleme işaret eder. Burada söylemi üreten o bedenin kendisi olmasa da yeniden üreten olabilir. Sokakta yaşayan canlılar da kendi üretmedikleri söylemleri, bedenleriyle var olarak yeniden üretirler. Sokaklar, bu dört ayaklı arkadaşların bedenleriyle siyasi bir zemin olarak tasdiklenir. O yüzden de sokaklardaki bu söylemi kırmak, yok etmek, dili dil aracılığıyla susturmak veya düşünceyi değiştirmek değil, bedeni ortadan kaldırmaktan geçer. Devlet iktidarının endişesinin sokakların güvenlik kaygısı olduğunu değil, kendi söylemlerine karşı direnen bu bedenleri yok ederek, sokaklardaki söylemsel zeminin kontrolünü yine ellerine almaya çalışmak olduğunu düşünüyorum. Keza, dikkat edilirse, sokakta yaşayan canlıların iyileştirilmelerine yönelik her çözüm gözardı ediliyor: ki onlar sokağın anarşikleri.

[1] Önceki yazılarımda sokak hayvanları sorununu -bilerek- sokak köpekleri sorununa indirgemiştim, çünkü gördüğüm kadarıyla sokaktaki köpekler şiddete uğruyor, öldürülüyorlardı. Sokakta yaşayan kedilerin bu konudan muaf tutulduklarını sanırdım, fakat yanılmışım. Her ne kadar sokakta yaşayan köpekler kadar olmasa da sokakta yaşayan kedilere karşı da bir nefret mevcuttur. O yüzden önceki yazılarımdaki hatamı düzelterek burada “sokakta yaşayan canlılar” diyeceğim.

27 Ocak 2024 Cumartesi

Hocalık Müessesinin Kışkırtıcı Cazibesi: Kurumsal Otoriterliğin İkamesi



Geçen gün bir konuşma izledim. İstatistikçi birisi, son 2 yılda üniversiteyi terk etme/yarıda bırakma sayısının rekor seviyeye, yani 700 küsur binlere ulaştığını söylüyordu. Bu haber şaşırtıcıydı çünkü ben de son zamanlar üniversite kurumuna dair negatif duygular beslemeye başlamıştım. Oraya ayırdığım haftanın bilmem kaç saati ve sonrasındaki iş yükümü, kendi istediğim işime-gücüme ayırsam, belki de hem akademik hem de iş kariyerim açısından daha verimli olacaktır. Bunun üzerine biraz daha düşününce, meselenin zaman tasarrufundan kaynaklı olmadığını, kurum içerisindeki otoriter figürlerden sıkılmış olduğumu fark ettim. Eğitimden öğretime, haftalık okumalardan ders-içi tartışmalara değin, otoritesini -ders saati süresi boyunca- her an diri tutmaya çalışan birisi varken karşınızda, siz nasıl siz olarak bir tartışmayı başlatabilir veya süregelen bir tartışmaya eklemlenebilirsiniz? Otorite figür, otoriterliğini, sizin tavır ve tutumlarınızdan kazanır, diğer türlü bakıldığında, otorite ötekisiz bir hiçtir, her zaman kendisine boyun eğen, kendi otoritesini tanıyan en az bir kişiye ihtiyaç duyar. Hal böyle olunca da sizden beklenen şey, bilginiz doğrultusunda bir tartışmaya girmekten ziyade kendinizi frenleyerek, otorite figüre dair onun otoriterliğini besleyecek malzemeler vermenizdir.

Bilindiği üzere, eğitim kurumlarının tarihi Sümerlere kadar dayandırılmaktadır. Elbette ki eğitimin -ve beraberindeki öğretimin- ne olduğuna, nasıl algıladığımıza göre farklı farklı tarihsel okumalar yapabiliriz, keza modern anlamda okullardan bahsedeceksek, daha yakın bir tarihe, yani 18. yüzyıldan bugüne araştırmaya başlamamız gerekir. 8 yıl ilkokul ve ortaokul, 5 yıl lise -evet 1 yıl sınıfta kaldım-,  4 yıl üniversite ve yaklaşık 1 yıl yüksek lisans olmak üzere, 26 yıllık yaşamımın 18 yılını, yani %70’lik dilimini eğitim kurumlarında geçirmiş birisiyim. Sırtımı tarihin serin sularına bırakıp, tarihin bilmem hangi döneminde eğitim kurumları nasıldı gibi bir soruşturmaya gitmek istemiyorum, ha gidilse güzel olmaz mıydı? Elbette ki olurdu, belki sizler yaparsınız. Ben burada, 18 yılın verdiği iyi-kötü tecrübelere dayanarak hocalık müessesini sorgulama haddini kendimde buluyorum. Peki, sizce bu neden gerekli? İşimin gücümün arasında oturmuş, neden hocalık müessesini sorgular vaziyetteyim? Bunun birçok sebebi olmakla birlikte, en önemli sebebi, hocalık müessesesi altında, farklı dinamiklerin olmasıdır ve bu dinamiklerin, bugün toplumsal sorun diyebileceğimiz birçok sıkıntıyı yeniden üretmesidir. Hiçbir hocanın kalkıp “evet, haklısınız. Ben içinde bulunduğum kurumun belirli dezavantajlı taraflarını besliyorum” demez, hatta bakıldığında, çevrenizdeki birçok hocanın bu durumundan haberi dahi yoktur çünkü hocalık müessesesi kışkırtıcı bir cazibeye sahip olmaklığı üzerinden sarhoş edicidir. Bu sarhoşluk da kişiyi körleştirir ve önce kendi eylemlerine, sonra çevresindeki eylemlere karşı yabancılaştırır.

Bilen Özne Olarak Hocalar: “Bilgi mi? Olur Vereyim Sırana Geç…”

Bundan yaklaşık 4 asır önce 17. yüzyılda yaşamış İngiliz filozof Francis Bacon “Scientia potentia est” der, yani bilginin kendisi güçtür.[1] Bilginin gücü, içerisinde bahsettiği şeylerden değil, “bir şeyler hakkında birilerine bir şeyler söyleyerek, kişileri etkileyebilme, harekete geçirme” gücünden gelmektedir. Birçok kişi, sadece bilginin güdümüyle hareket etmez. Bunun için bilgiye ekstra şeylerin de katılması gerekir. Sözgelimi, kişilere bilgi verilirken, yanı sıra, bilgisi verilen konuya belirli duygular da atfedilebilir. Konu, mistifike edilir. Böylece bilgi, didaktik bir rolden sıyrılarak duygusal bir veri haline gelir. Sadece duyguların işe koşturulması gerekmez. Bilgi, kişiyi sarmalayan normatif sosyo-kültürel değerleri de kendi söylemine dâhil edebilir. Sözgelimi, bir bilgi, milliyetçi duygularla beslenerek ortaya çıkabilir. Her halükarda, bilgi, doğrudan veya dolaylı biçimde, kişileri harekete geçirir. Peki, bilgiyi kim(ler) kim(ler)e verir? Uzun bir müddet, bilginin otoriterliği, tanrısala atıfla ruhban sınıfın tekelindeydi. Hatta bilginin mobilizasyonunu sağlayan en güçlü araçlardan birisi olan yazı da ruhban sınıfının tekelindeydi. Latince başta olmak üzere, birçok yazı dili, tanrısala atıf yapan, tanrısalın bilgisini yaymaya çalışan ve kendi meşruiyetlerini tanrısallık ile kurdukları yakınlıktan alan kesimler tarafından araçsallaştırıldı. Bacon’un zamanına geldiğimizde de bilgi, tanrısaldan ayrılarak, farklı formülasyonlarla ölçütlendirildi. Neye bilgi deriz, bir bilgiyi hangi durumlarda ciddiye almamız gerekir, bilgiyi kimlerden almalıyız, kimler en doğru/uygun/hakiki bilgiyi bizlere sunar gibi birçok sorular bilimsellik adı altında tartışılmaya başlandı. 18. ve 19. yüzyıla doğru geldiğimizde de artık bilginin ölçütleri aşağı-yukarı netleşmişti. Daha doğrusu, Bacon gibi kesimlerce bu böyleydi. Diğer tarafta, yine benzer tartışmalar, farklı referanslarla tartışılıp, neticelendi. Bilginin nereden geldiği, nereye atıflı meşruiyetini oluşturduğunu bir köşeye bırakırsak, bilgi vericinin otoritesinin tarih boyunca güçle ilişkili olduğunu yadsıyamayız.

Bugünün bilgi vericilerini düşündüğümüzde, bunun kurumsal temellerinden birisinin -tarihsel süreç içerisinde etkilerinin azalmış olmasına rağmen- okullar olduğunu düşünüyorum. İlkokuldan tutun, üniversitelere kadar tüm eğitim kurumlarının, bilgi vericiler tarafından bir meşruiyet zemini olduğunu düşünüyorum. Kurumsal yapının doğası gereği de bunun böyle olmasına şaşırmıyorum. Farkındayım, bir şeyin doğasına ilişkin konuşmak beni özcü bir perspektife sıkıştırabilir, fakat buradaki doğayla neyi kastettiğimi anlatmaya çalışacağım.

İlkokuldan beri bizlere hocalarımızın söyledikleri her şeyin doğru olduğu, doğrudan veya dolaylı biçimde öğretildi. Bu öğretim, ağırlıklı olarak ebeveynlerimiz tarafından oldu. “Eti senin kemiği benim” diyerek bırakıldığımız eğitim kurumlarımızda, hocalarımızın ağızlarının içinden ayrılmadık. Söyledikleri her söz, takındıkları her tavır bir ders niteliğindeydi. Aramızda hoca(ları)mızın meşruiyetini sorgular cinsten tavırlar takınan sınıf arkadaşlarımız oldu, onları da biz kendi aramızda asimile ettik, ee akran zorbalığı denen bir şey var neticede. Hocalarımızın ailelerimizle çatıştığı noktalarda ki benim dönemimde bu pek mümkün değildi, o zaman bile yer yer hocalarımızın tarafını tutardık. Hal böyle olunca da 7’de neysek 77’de de o oluverdik ve üniversite yıllarımız da benzer motivasyonlarla ilerledi, fakat üniversite bizlere, ilkokul-ortaokul-lise çağlarımıza nazaran daha fazla söylem alanı tanıdı. Bir kısmımız bunu kullanmaya çalıştı, derslerde hocalarımızın açıklarını aradık. Hatta mütevazı hocalarımızı da bazı konulardaki bilgisizlikleri üzerinden acımasızca eleştirdik, fakat bunu yapanlarımız çok az kişiydi. Bir 40 kişilik sınıfta, en fazla 3-4 kişi, belki 4-5, en fazla 10 kişi.

Meşruiyet kaygısı yaşayan kimi üniversite hocalarımız, kendi konumlarını muhafaza etmeye yönelik belirli çabalarda bulundular. Aslına bakılırsa, bunun için çok da çaba vermeleri gerekmiyordu çünkü kimi noktalarda hocaya karşı olan en sert tutumlu sınıf arkadaşlarımız bile bir noktadan sonra kendi heretikliğini sorgulayarak ya sindiler, ya da pasif bir direnişe girerek derslere katılmamaya başladılar. Peki, meşruiyet sağlayan bu çabalar nelerdi? Sorumu bir tık daha geriden alarak başlayayım: Hocalara -kendi iradeleri dışında-  meşruiyet sağlayan şeyler nelerdir?.. İlk akla gelen öğe, mekândır. Kim ne derse desin, sınıflar, hocamerkezci bir noktadan inşa edilmişlerdir. Hocanın oturduğu yer, mekânla kurduğu ilişki, mekânı kullanım olanakları, hepsi o mekânda yani sınıfta otoritenin hoca olduğunu bas bas bağırıyor. Hocalar, bunun farkında veya değiller, fakat mekânın olanaklarının suyunu sıkıyorlar. Ben hiçbir hocanın oturma planına tepki gösterdiğini hatırlamıyorum. Sınıftaki pencerelerin dahi açılıp kapanmasının kararını kendisinden bağımsız alınmasına ses çıkarmadığını hatırlamıyorum. Zırt pırt sınıfa girilmesine tepki gösterenin ilk kendisi olması gerektiği fikrine karşı çıktığını hatırlamıyorum. Karşılıklı diyalog esnasında, kimin ne kadar konuşması gerektiğinin bilgisine kendisinin karar vermesi gerektiğine tepki gösterdiğini hatırlamıyorum. Hal böyle olunca da sınıf mekanının tanzimi, kimin nasıl konumlanması gerektiğini belirliyor.  Bir diğer öğe ise kurumsal yapı içerisindeki ilişkilerdir. Şayet bir eğitim kurumundaysanız, sizin o kurumdaki en yetkiliyle iletişiminiz ile hocalarınızın iletişimi aynı ölçüde değildir. Sözgelimi, siz her kafanız estiğinde bir hocanın odasına giremezsiniz, fakat hocalar -en azından kendisi gibi hocaların- odalarına sizden daha rahat bir biçimde girebileceğini bilir. Mekan içi ilişkiler de mekanın yapılanmasına benzer biçimde hocalık otoriterliğini muhafaza eder veya oyunbozan kimileri karşısında yeniden üretmeye çalışır.

Hoca-Öğrenci İlişkileri: “Hocam Size Danışmak İstiyorum…”

Sınıfa gelen bir hocanın, geldiği derse dair bilgisinin -önceki yıllarda verdiği benzer veya aynı dersler üzerinden- kümülatif ilerlediğini varsayarız. İlk olarak o dersi verecek bir hocanın bile mümkün mertebe kendinden ödün vermeden, sanki o dersi daha önce çok kere vermiş gibi davrandığına tanık oldum. Bilen özne olmak kolay değil. Hal böyle olunca, sınıftaki öğrencilerin, daha dersin ilk başından, derse dair en bilgili, otoriter figür olarak hocayı belirlemesi istenir. Hocanın bazı konulardaki bilgisizliği, mütevazılığından kaynaklanıyormuş gibi algılanır. Hatta hocanın, sanki bizi sınıyormuş gibi bazı bilgileri bilerek vermediğini düşünenler bile olabilir. Az konuşmanın kimi noktalarda bir bilgiçlik göstergesi olduğuna dair metinler bile vardır, bakılırsa. Sonuçta susmak da bir iletişim biçimidir ve gerçek erdemlilik her bildiğini dile getirmek değil, sadece gerekli gördüğün noktalarda dile getirmektedir. Bu stratejik ilişkiyi çözen öğrenciler de ya hocayla bir ittifaka girerler, ya da bu durumu onların aleyhine kullanırlar. Hocaya sınıfta “bilmiyorum” dedirtmek, onlar için bir hedefe dönüşür. Maalesef ki böyle bir çabaya girişen öğrencilerin ciddi bir kısmı da bu durumu sınıfta eşitlikçi bir ortam sağlama misyonundan ziyade kendi egolarını inşa etmek için kullanırlar.

O kadar da gaddar değilim, elbette ki her hoca kendi otoritesini kurmak için çaba göstermez. Hatta içlerinden bazıları kendilerine atanmış bu kurumsal otoriter konumu eleştirerek, bunun dışına çıkmaya çalışır. Bu durumun da bir noktaya kadar işe yaradığını fakat yeterli olmadığını düşünüyorum. Mekanın etkisini sandığımızdan daha küçümsüyor olabiliriz. Bir hocayla bir barda karşılıklı alkol alarak muhabbet etmek, aynı hocayla sınıf ortamında muhabbet etmek, odasında muhabbet etmek, okul bahçesinde muhabbet etmek, onun veya kendi evinde muhabbet etmek aynı şeyler değildir. Bu yazımda, sınıfın kendisinin mekansal bir söylem alanı olarak eşitlikçi olmadığını savunuyorum. Özellikle son yıllarda da kendimin bu gibi tanzim edilmiş mekanlarda rahat etmediğini gözlemliyorum. İddia ettiğim her argümanın sanki bana tanınmış bir alan içerisinde iddia ediyormuşum gibi bir his yaşıyorum. Sanki birileri istediği vakit sözümü kesip, kendi argümanıyla beni perdeleyebilirmiş gibi. Sanki birileri, düşüncelerimde de etkiliymiş gibi… Bu böyle uzar gider, size bir anımı anlatayım iyisi mi, daha iyi anlaşılır.

Geçen aylarda bir dersimde, bir konuya dair hocanın argümanın aksine bir argümanı savunmaya çalıştım. Sınıfta 6-7 kişiydik. Ben konuşurken, sınıftaki kişilerle göz teması kurarken, sınıftakilerin benim oturduğum yere doğru bakışları ile hocanın oturduğu yere bakışları aynı değildi. Bir kere sınıf arkadaşlarım, hocaya dönük oturmuşlardı. Hoca da her konuştuğunda, ben kadar göz teması kurma zahmetine girmeden, halka seslenen cumhurbaşkanı gibi herkesi süzebiliyordu. Hocayla eşit bakış alanlarına sahip olabilmem için ayağa kalkmam gerekiyordu. Kalktım mı? Hayır, tabii ki de. Gerekir miydi, -tartışmanın sonucuna bakılırsa- vallahi gerekirdi! Kendi argümanlarımı sınırlı sürede ifade etmeye çalıştım. Hoca, konuşma süresi olarak da benden avantajlıydı. Ben toplamda 2 dakika ile 4-5 cümle kurabilmişken hoca temizinden 10 dakika konuşmuştu. Kendisini onaylar şekilde sallanan başları da gördükçe konuşmasını uzatmıştı. O an, hocayla bir barda oturmuş olsaydık ve aynı konuyu konuşuyor olsaydık ne olurdu diye düşündüm. Acaba o kadar konuşmasına müsaade eder miydim? Etmezdim. Kibar bir biçimde, kabalık etmeden, kendi argümanlarımı da en az onun kadar sürede dile getirirdim. Hatta tüketilen alkolün oranına bağlı olarak, kendisine çok konuştuğunu, azıcık da olsa bana zaman tanıması gerektiğini, yoksa bunun bir tartışmadan ziyade bir nutuk çekmeye dönüştüğünü söylerdim.

Kurumsal İdeolojinin Aktarılması: Hocalık Müessesesi’nin Politik Tarafı

Hayatım boyunca hiçbir vakit kendimi bir kuruma ait hissedemedim. Bunun eksikliğini yaşadım mı? Evet. Bir şekilde denk geldiğim bazı kurumda çalışan kişiler, kurumlarından bahsederlerken “biz” şeklinde konuşuyorlar. “Biz böyle bir kurumuz”, “Biz bunları yapıyoruz”, “Biz”, “Biz”, “Biz”… Elbette ki aksi şekilde habire “ben” şeklinde konuşulması da kurum içinde bir ayrıksılık yaratabilir. Düşünsenize, kurum dışında biriyle iletişim halindesiniz ve karşınızdaki kişinin amacı doğrudan sizinle değil, sizin aracılığınızla içinde bulunduğunuz kurumla bir etkileşim içerisinde olmak ve bu durumda sizin kurumu ve kendinizi ayrıymış gibi yansıtmanız, karşıya güvensizlik yaratabilir. Sanıyorum bunun bir dengesi olmalı. Bir kurumda çalışırken, o kuruma dair bazı şeyleri eleştirebilir, bazı şeyleri de övebiliriz, fakat günün sonunda, yapıp-ettiklerimizle bir kurumsal otoritenin altında değil, bireysel olarak inşa ettiğimiz kendi otoritemizin altında hareket etmeye çalışabiliriz. Karşıyla kurduğumuz ilişki, her ne kadar kurumsal bir bağlam içerisinde gerçekleşse de bizler kurumlardan kendimizi bazı durumlarda ayırdığımızda, karşıyı da kendisini, kurumun karşıdaki kişi için açtığı alandaki konumundan ayırmasını ve kendinizle birebir ilişki kurmasını sağlarsınız. Bu durum, ilişkileri güçlendirir, ha bazen de zorlaştırabilir. Bazı kişiler, sizin içinde bulunduğunuz kurumsal konumunuzu kendi lehine kullanmaya çalışabilir. Sözgelimi, kendi konumunu yükseltmek adına, sizinle kurduğu ilişkiyi araçsallaştırabilir. Bu gibi durumlarda, kurumsal sınırları çizmekte beis görmüyorum. Karşıya bir kurum içerisinde olduğunuzu ve iki tarafında kendi alanları ve bu alanlarının sınırları olduğunu hatırlatmanız gerekebilir.

Hocalara dönecek olursak, hocalarımız da güçlü bir kurumsal yapının içerisindeler: akademi. Bu camia, entelektüel bir alanı işaret ediyor. Dışarıya karşı diyor ki “Bizler bu ülkenin entelektüel kesimini oluşturuyoruz ve burada yapıp-ettiklerimiz bir toplum mühendisliği edasıyla toplumu belirliyor veya açıklıyor” Gerçekten öyle mi tartışılır, fakat akademinin ordudan sonra politik olarak en güçlü kurumlardan birisi olduğuna şüphe yok. Öyle ki bir akademisyenin, toplumsal yapı içerisindeki konumu hiç de azımsanacak derecede değildir. Bilen özne olarak kendisini konumlandırırken, karşısındakini de direkt olarak bilmeyen/öğrenen konumuna koyuyor. Bunu yaparken de hocalarımızın kimler olduğu, neleri nasıl savundukları, kendilerine yönelik ilgileri ne ölçüde hak ettikleri, kurumsal aidiyetlerinin nasıl olduğu gibi soruları anlamsızlaştırıyor. Aynı zamanda, öğrencilerin de her birinin hem karakteristik hem de entelektüel donanımlarını anlamsızlaştırıyor. Belirli tavır ve tutum setlerinin işlerliği önem kazanıyor. Hele ki bu akademik kurum, bir devlet kurumu ise örtülü bir devletçilik anlayışının yansımaları sınanıyor. Siz hiç anarşist bir devlet hocası gördünüz mü? “Zaten bir anarşistin devlet kurumunda ne işi var” demeyin, siz hiç anarşist bir devlet hocası gördünüz mü? Bunun üzerine düşünmek lazım.

Politik olanın kötü olduğu gibi bir varsayım üzerinden ilerlemiyorum, keza kendimin de -siyasi olanı meclise indirgemeden- epey politik bir insan olduğunu düşünüyorum. Sadece politik olanın ne ölçüde otoriterliğini koruma çabası içerisinde olduğunu soruşturarak, bu çabanın bu kadar yoğun yaşandığı akademinin bir çeşit “nöbetleşe otoriterlik” alanı olduğunu düşünüyorum. Öyle ki akademi, -içerisindeki hocalarla birlikte- tam da bunun aksini iddia ediyormuş gibi bir tavır ve tutum içerisindedir. Lisans eğitimine başlarken, kimi hocalarımız bizlere derslerde özgürce konuşabileceğimizi, gerekli gördüğümüz noktalarda olumsuz eleştirilerde bulunabileceğimizi tembihlediler. Oysaki aynı hocalarımızın, istesek de kurumsal yapı içerisinde bizlere tanımlanmış alanlar doğrultusunda özgürce konuşup-konuşamayacağımızı sorunsallaştırdıklarını görmedim. İyi bir gözlemci fark edecektir, bu kurumsal otoriter yapı, daha üniversiteye girer girmez güvenlik mensuplarının tutumlarıyla varlığını suratlarımıza çarpar. Hocalarla aynı kapıdan girmediğimiz, aynı kantinden çay-kahve içmediğimiz, aynı dinlenme alanlarında laflamadığımız bir kurum içerisinde, bu neyin özgürlüğüdür sormak lazım. İşte son aylarda, bu kurumsal yapı içerisindeki otoriterliğe dair birçok detay dikkatimi çeker oldu. Akademinin koridorlarında kimlerin bu kurumsal otoriterliği üstlendiğini, yürüyüşlerinden bile çıkarabilirsiniz ve size kötü bir haberim var, maalesef ki bu hocalarımızdan çok var.

Sonuç

Peki, bu kurumsal otoriterlik meselesi, dezavantajlı kısımlarını düşündüğümüzde, nasıl hoca – öğrenci ilişkisini tekdüzeleştirmemek, körleştirmemek adına leyhte bir noktaya taşınabilir? Burada ilk olarak, kurulan ilişkilerin nasıl bir mekanda gerçekleştiği ve tek bir mekana indirgenip-indirgenmediğini ele almamız gerektiğini düşünüyorum. İlkokuldan beri süregelen hocalık statüsünün, öğrencinin gözündeki değerini perçinlemektense aksine konum almanın ve hocaların kırılgan varlıklar olarak zayıflıklarını göstermesi önemlidir. Neyi bildiğimizin değeri azalıyor. Neyi nasıl, hangi duygularla bildiğimiz daha önem kazanır oldu. Hikayesi olmayan bir bilgiye, saniyeler sürecek bir google aramasıyla pekala erişilebilir. İlişkileri güçlendiren ve verimli kılan şeyin samimi hikayeler olduğunu biliyorum. Kurumların hikayeleri olmayabilir, son derece soğuk betonarme yapılarla aktörlerini içerisinde eritebilir, fakat hoca, hikayesiyle ve kurduğu/kuracağı ilişkideki çabasıyla bunu aşabilir. Selam olsun kurumsal otoriterlik altında kimliğini inşa etmeyip kendi hikayesini anlatan hocalara!


[1] Bu sözün aslının Bacon’a değil, bir dönem sekreterliğini yapmış Thomas Hobbes’a ait olduğunu söyleyenler de var, hatta Leviathan’da bu sözün doğrudan geçtiği söylenir. Bacon’un da Sacred Meditations adlı eserinde sözün geçtiği yönünde iddialar var.

30 Aralık 2023 Cumartesi

“Toplum Diye Bir Şey Yoktur”: Tekil İlişkileri Toplumsallaştırma Sorunu


Geçenlerde bir arkadaşımla birlikte, birlikteyken yaşadığımız bir durum üzerinden bir eylemin doğruluğu ve yanlışlığı üzerine konuşmaya başladık. Muhabbetimizin ilk kısımlarında, eylemin doğruluğunu, bağlam içerisinde değerlendiriyor, o bağlamdaki tutumlarımıza örnekler vererek eylem karşısındaki değişken hissiyatlarımızı ele alıyorduk. Muhabbetimiz bir noktadan sonra kişisel hissiyatlarımızdan çıktı ve daha makro ölçekte bir tartışmaya evrildi. Artık eylemi, kendi bağlamımız üzerinden düşünmüyor, arkadaşımın tabiriyle bir çeşit “sosyolojik bir tespitle” o eylemin toplumsal konumunu tartışarak, kendi tutumlarımızı değerlendiriyorduk. İş böyle olunca huzursuzlanmaya başladım, çünkü bir türlü uzlaşmaya gitmiyorduk. Bunun nedeni de onun kafasındaki toplumsal imgeyle, benim kafamdaki örtüşmüyordu. O benim olumsuzlayarak yaklaştığım eylemi, toplumsal açıdan tabu olduğu için benim de o eylemi bir tabuymuş gibi algıladığımı düşündü. Haliyle ben onun gözünde, toplumsal açıdan tabu olan şeyi yeniden üreten birisiydim. Açıkçası ben eylemin doğruluğunu-yanlışlığını değerlendirirken, o eylemi savunma veya karşı çıkma nedenlerimin arasında tabu veya toplumsal olup-olmaması yoktu. Bir eylemin tabu olması veya olmaması, o eyleme karşı hislerimden yola çıkarak onu savunmam veya karşı çıkmam için bir neden değildi. Fakat arkadaşım, tabu olan bir şeyi -sanki ben de tabulaştırıyormuşum gibi- olumsuz eleştirdiğim için, kararımın toplumsal açıdan o eylemin tabu olmasından doğduğunu varsaydı. Ben onun gözünde, toplumsalın koşulladığı, pasif bir aktördüm, ki bir noktada bana “bir etnolog olarak bunları düşünmemiş olmana şaşırdım” dedi. Her ne kadar tartışmada neyin tabu neyin tabu olmadığının, neyin geleneksel neyin geleneksel olarak aktarılmadığının fikirlerimde bir etki etmediğini, ilgili eylem için kendi tutumlarımın geçmiş tecrübelerimdeki hislere dayandığını söylesem de kendimi dinletemedim. Üstüne üstlük bu durum karşısında soğukkanlılığımı koruyamayarak sinirlendiğim için de karşı tarafa sanki kendimi savunmak için çırpınıyormuşum imajı yarattım. Oysa ki belki de yapmam gereken şey -mütevazılıktan kurtularak- karşımdakinin olaylara yapısalcı yaklaştığını ve aslında -onun anladığı biçimiyle- toplum diye bir şeyin olmadığını söylemekti. Émile Durkheim’ı eleştiren Gabriel Tarde’nin çıkışı gibi birey olarak söylemlerimin “toplumsal olan” karşısında eritilmesine, indirgenmesine müsaade etmeyeceğimi belirtmeliydim. Fakat nasıl ki Türkiye akademisinde Durkheim, Tarde’ye nazaran daha çok benimsendi ve -üstüne üstlük yanlış da algılanarak-, social fact kavramı  “dinamik bir gerçeklikten” ziyade “statik, değişmez bir gerçeklik” olarak algılandıysa, ben de onca çabama rağmen kendi fikirlerimi toplumsalın içinde eritmeye çalışan birisi olarak tanımlandım. Hatta arkadaşıma göre bunun da farkında değildim, çünkü bir etnolog olarak bunu araştırmamış ve üstüne düşünmemiştim.

Birey – Yapı Dikotomisi: Bireyin Failliği?

Şimdi gelelim, ben tartışmada neyi kastettim? Daha doğrusu, bizi uzlaştırmayan görüş ayrılıklarımız neydi? Bir kere çok temel bir konuda uzlaşamadığımızı düşünüyorum, o da birey ve yapı ilişkisinde. Arkadaşımın beni “yapı içerisindeki bir birey” olarak tanımlaması, sosyo-kültürel yapı ile benim fikirlerimin ayrı şeyler değil, yapının benim fikirlerimi kapsadığı fikrini savunduğu anlamına geliyor. Buna da kendi bağlamımızdan konuşurken, konuyu rahatlıkla genellemesine, kamusal olanla bizim örneğimizi aynı potada eriterek söylem üretmesinden anlıyorum. Bir şeyin bence yanlış olmasıyla sokakta kimi insanların aynı eylemi yanlış görmesi veya başka kişilerin tarihsel süreç içerisinde buna bugün benim gibi anlam yüklemesi, onun için aynı şeydi. Bu kritik bir hata. Bu tarihsel bir özcülüğe de kapı aralayan bir bakış açısı ki eylemler zamanın kendi özgül niteliği içerisinden ayrı düşünülmez. Heidegger’in Dasein kavramı da buraya oturur, varlık, ancak zamansal bağlama gebedir. Dasein’i bir bilgi nesnesi haline getirmek, yani zamanın bağlamından soyutlamak ve tümel bir önerme altında işlemek, onun ontolojik niteliğini de zedeler, o artık varolmayanın temsili haline gelir. Demek istediğim, benim kendi düşünce ve hislerimle tanımladığım bir eylemi, başka bir eylemle karşılaştırmak, bir kere ontolojik açıdan elma ile armutu karşılaştırmak gibidir. Bu da bireyin yapının içerisinde var olmadığı, birey ve yapının, ki böyle bir ayrım varsa, ayrı şeyler olduğudur. Ayrıca, neyin ayrı neyin birlikte olduğu da tartışmalıdır. Claude Levi-Strauss, yapısalcılığını inşa ederken, üç temel sacayağı üzerine kurar teorisini: Marksizm, dilbilim, psikanaliz. Marksist taraf, bir dikey hiyerarşik katman verir, alt-üst ilişkisi. Dilbilim, Saussureyen bir çizgide, gerçekliğin dilin içinde gizlendiği/var olduğu fikrini verir. Psikanalizde de Freud’un bilinçdışı kavramı ortaya çıkar. Böylece ortaya, toplum denen bir yapının, içerisinde varolan bireyleri koşulladığı, bireyler arası ilişkilerin dilsel bir gerçeklik gibi kendisini yapıda gösterdiği ve yapının derinliklerindeki dinamiğin, bilinçdışı kavramı gibi değişip-dönüştüğü iddiası ortaya çıkar. Arkadaşımın inatla benim kendime verdiğim ve kavramları kendi tecrübelerime referansla tanımladığım kısımları görmek istememesi ve benim söylemlerimin altında yatan toplumsal/yapısal gerçekliği araması şaşırtmadı. Her defasında, onun bana yapıştırmaya çalıştığı gerçekliklerden sıyrılmaya çalışarak, onun benim hakkımda iddia ettiği şeylerin yanlış olduğunu söylemeye çalıştım. Keza, ne eylem, ne hislerim, ne de düşüncelerim, sadece o bağlamda ortaya çıkmamıştı, bu ona göre doğumumla bana yüklenen bir anlayıştı. Oysaki beni dinleyebilseydi, söylediklerimde bana özgü nitelikler görebilirdi.

Bireylerin failliği, şaşırtıcı olmamakla birlikte, çoğu zaman göz ardı edilir. Bakınız, burada bilinçli veya bilinçsiz gibi bir ayrım üzerinden, rasyonalist bir yaklaşımla, failleri kategorize etmiyorum. Bana göre her birey, faildir. Eyler, eyletir, isterse de eylenir. Geleneksel olan şeylerin kimi faillerce sahiplenilmesi, o geleneksel eylemlerin, faillerin faillikleri dışında gerçekleştiği varsayılır. Fail, doğrudan bir biçimde bunu dilsel düzlemde ifade edemezse, ki fail olması için dilsel bir yeterlilik şart değildir, bu onun geleneksel bazı normlar tarafından koşullandığı anlamına gelir, arkadaşım böyle düşünüyor. Ben ise aksini düşünüyorum, bireyler, toplumsal denen şeylerle ilişkilenmelerini doğrudan veya dolaylı olarak yaparlar ve faillikleri mevcuttur. Sözgelimi, evine sağ ayakla giren birisi, dinsel bir yapının eylemini sahiplenmiştir. Bu kişi bu eyleme ne anlam yüklüyor? Bu dinsel yapıyla nasıl bir ilişki içerisinde? Bu eylemi gerçekleştirdiğinde ne hissediyor? Bunun nasıl anlamlandırıyor? Bu soruları, birbirinden farklı 10 kişiye sorun, aynı cevapları almazsınız. Cevapların farklılığı bile benzer eylemlerin failler tarafından farklı alımlandığını gösteriyor. Hal böyle olunca da bir eylemi geleneksel diye tek bir anlama sıkıştırmak, o eylemi sahiplenen kişilerin özgül niteliklerini göz ardı etmek anlamına gelir, şayet o zaman bireyin failliği göz ardı edilir ve yapısalcı bir yerden fail pasif kılınır.

C. Wright Mills’in “Sosyolojik İmgelem” Kavramı Bize Ne Anlatır?

Mills’in bulunduğu dönemi şöyle bir düşünürsek, 20. yüzyıl başları ABD’de pozitivizm rüzgarları esmektedir. Yukarıda geçen tartışmalardaki bireyin esamesi bile okunmaz bu yıllarda. Yapı, kendisini bireye dayatır, bireyin de tek yapması gereken yapıya uygun bir yaşamı benimsemesidir. Diğer türlüsü, Durkheim’ın iddia ettiği şekliyle anomali halidir. Her ne kadar Durkheim’da bu durum, organik ve mekanik dayanışma ayrımıyla seyreltilmiş olsa da Mills’in dönemindeki esen etkili hava pozitivizmdir. Mills ise pozitivizmi eleştirir ve hümanist bir zemin üzerine kurar teorisini. Ona göre bireyler ile yapı arasındaki ilişki gözardı edilmemelidir. Bireyin biyografisi ile yapının biyografisi yani tarihi ilişkilidir. Yapıyı ele almak için bireylere bakmak, bireyleri ele almak için yapıya bakmak gerekir. Döneminde etkili bir düşünce fakat bugün işe yaradığını düşünmüyorum, çünkü bu görüş, bireyi yapıya, yapıyı da bireye zorunlu kılmaktadır. Kartezyen düşüncenin eleştirilen düalizmi, burada Mills’de birey ve yapıda yeniden üretilir. Haliyle yapı ve birey bir bütünün parçaları gibi işlemeye başlar. Oysaki ilerleyen süreçte iddia edeceğim üzere “toplum, yani yapı diye bir şey yoktur”. Kartezyen düşüncenin Mills üzerinden yeniden üretilmesi, ilerleyen başka tartışmalarda, örneğin, kültür – doğa, kadın-erkek, iyi-kötü, ruh-beden gibi düalitelerde de kendisini gösterir. O yüzden, Mills’in yapı için bireyi, birey için yapıyı zorunlu kılmasına gerek kalmadan, bireyin bireyliğini ifade etmesi için yapıdan bağımsız başka bir bireyi veya bireyleri; yapıların, ki yine iddia ediyorum, böyle bir şey varsa, başka yapılarla kendisini ifade edebilmesinin önü kapatılmamalıdır. Şimdi gelelim tartışmamıza, Mills’in bu “sosyolojik imgelemi” bizim tartışmamızı, yani arkadaşımın savını destekliyor mu? Bir bağlam içerisindeki eylemi sorunsallaştırmamızda, bu eylemin bir imgelem olduğu fikrini desteklemekle birlikte, bunun sosyolojik olduğu, yani toplumsal olduğu fikrini ve yapıyla ilişkisinin zorunlu olduğu fikrini desteklemiyor. Mills’e kalırsak, muhabbete kendi deneyimlerimizden de başlamamız gerekmeyebilir, belki de tümdengelim yaparak, toplumsal olanın ne olduğuyla kendi tecrübelerimize doğru olguları soymamız gerekir.

Mills’i Bırak, Sana Latour Vereyim”: Toplumsalı Yeniden Toplamak

Bruno Latour, “Reassembling the Social: An Introduction to Actor-Network-Theory” eserinin girişinde, basit ama düşünmesi zor bir soru sorar: “Toplumsal Olan Nedir?”. Bir müddet okumayı bırakıp, düşünün bakalım. Ben ilk olarak düşündüğümde şu cevaplara ulaştım: “Toplumsal olan, belirli bir çoğunluğa hitap eden şeydir”, “Toplumsal olan, kamusal alanda yeniden üretilen bir şeydir”, “Toplumsal olan, hukuken üzerine konuşulmaya değer olan şeydir”, “Toplumsal olan, bir tarihsel sürece sahip olan şeydir”… Cevaplarım bu şekilde gitti. Latour, ikinci bir soru sorar: “Peki biraz daha açalım, bir şeyin toplumsal olduğunu söylerken o şeyi nasıl değiştiririz/tanımlarız? Örneğin, Toplumsal Sorun, Toplumsal Yapı, Toplumsal İş…”. Bu noktada da “her ne toplumsal ise onun çoğunluk tarafından yapılmasıdır” gibi bir kaçış mümkün değildir. Sözgelimi, “Toplumsal Sorun” dediğinizde, bir sorunun, topluma ait herkesi etkilediği varsayılır, bir çeşit herkesin bunu sorun ettiği düşünülür. Bununla beraber de toplumsal sorunun özellikleri, etkileri, tarihsel süreci, alımlanması vs. aynı şekilde toplum üyelerinin düşünceleriymiş gibi kabul edilir. İşte bu noktada Latour der ki toplumsal sıfatı, ilişkisellik ile ortaya çıkacak bağlamdaki bireyi soyutlar ve onu bir ağ içerisinde pasif kılar. Bir sorun, bir kesim çoğunluğa olumsuz etki edebilir, fakat bu başına “Toplumsal-” eki getirilerek, bireylerin kapsanması anlamına gelmemelidir, çünkü çelişmezlik ilkesi doğrultusunda bir önerme, aksi bir örnekle karşılaştığında, çürütülmüş demektir. Bunun için de bir şeyleri toplumsallaştırmak, ona toplumsal sıfatı takmak, kendi başına bir çelişkidir, çünkü bir tane bile aksi örnek, bu önermenin doğruluğunu zedeler. Mills için bu sorun değildir, ona göre zaten “Toplumsal sorun” kısmında, sorunun nedeni toplumsaldır, yani yapıya içkindir, haliyle de bireylerde aksi bir örnek ortaya çıkarsa, o bireylerin yapıdan ayrıksı, anomali olduğu anlamına gelebilir. Yapı burada öncellenir. Bireyler dahi tekil değil, en fazla tikel, bir topluluk olarak ele alınır. Oysaki bence “Toplumsal sorun” diye bir şey yoktur, çünkü her sorun zaten toplumsaldır, “Özel olan politiktir”.

Latour, bırakın insan-insan ilişkisini, insan – nesne ilişkisinin dahi betimlenerek kendi ilişki ağı içerisinde tanımlanabilineceğini söyler, yani bizlerin bir şeyleri toplumsallaştırmadan, geleneğe içkin kılmadan önce, ki buna gerek de yoktur, ilişkiye odaklanmamız gerekir. Burada Protagoras gibi her şeyin ölçüsü insanı koymuyorum. Latour da böyle yapmaz. Hatta Latour da bireyi bazı noktalarda pasifleştirmeye kadar gider, çünkü Latour’a göre nesnelerin de faillikleri vardır ve insanlarla nesneler arasındaki ilişkide nesnenin de özgül konumu önem arz eder.

Sonuç

Peki, bir şeyleri toplumsallaştırmanın ne zararı var mı? Başlıkta da geçtiği gibi tekil ilişkileri toplumsallaştırmak neden bir sorun teşkil eder? En önce söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim, böylesi bir çaba, birey karşısındaki yapıya işaret edeceği ve yetki ondaymış gibi davranılacağı için bir kaderciliği yeniden üretir. Birey, edilgen bir biçimde, yapı karşısında koşullandığı varsayılarak, ne eylemlerinin sorumluluğu üstlenilir, ne de düşünsel yapılarından dolayı yargılanırlar. Bireyin iddia ettiği şeyler, ucundan kıyısında yontularak, toplumsal denilen söyleme sıkıştırılır, fakat iş soruna çözüm aramaya gelindiğinde, toplumsal olduğu söylenilen söylemlere pratikte denk gelinmez. Hadi gidin tabu dediğiniz kimi geleneksel davranışları sahada gözlemleyin. Nereye gideceksiniz? Ankara? İstanbul? İzmir? Mardin? Hatay? Antalya? Şırnak? Ben söyleyeyim, nereye giderseniz gidin, orada toplumsal dediğiniz sınırlarla çizilmiş şeyler göremezsiniz, oraya gittiğinizde, o bölgenin sosyo-kültürel yapısı içerisinde kendi özgül ilişkilerini inşa etmiş kişilerin -geleneksel dediğiniz eylemlerden anladıkları şekilde- var olduğunu görürsünüz. Toplumsal olarak tabu dediğiniz şeyin, şehrinizin dışına dahi çıkmadan, farklı farklı hanelerde, farklı biçimlerde algılandığını görürsünüz. Bu durumda, neyin toplumsalı bu? Bireylerin eylemlerini, bireyleri -iddia bile etmedikleri- yapıları yeniden üretmekle suçlayarak, neden göz ardı ediyoruz?

Tartıştığımız konuya dönecek olursak, kızgınlığımın, bir konuda haklı olup, olmamaktan değil, hiçbir şekilde iddia etmediğim düşüncelerin “toplumsallık” adı altında üstüme yapıştırılmasından kaynaklandığını bile dile getiremedim. Bazen kendimi L. Wittgeinstein gibi hissediyorum: “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı”. Büyük kavgalar, hep konuşulmayanlar üzerine konuşma çabalarından kaynaklanır. Fakat kalkıp karşıdaki kişiye “Hadi bırak canım toplumsala ilişkin konuşmayı, gel tekil örnekler üzerinden gidelim” diyemediğimiz durumda, zihnin yapısal düşünme tembelliğine kapılıp, yine dönüp dolaşıp konuşulmayan hakkında, yani toplumsal olan hakkında konuşmaya çalışırken kendimizi yakalarız. Belki de en iyisi şair olmalıyım, böylece konuşulmayan üzerine konuşma ihtiyacımı, -Witt’in eleştirdiği biçimiyle dilsel dolambaçlığa kapılmadan- şiirsel konuşarak gerçekleştiririm. Dil, gündeliğe yani gündelik eyleme işaret etmediği sürece bağlamsızdır ve sadece başka bir dile referans veren dil görevi görür, ki bu da dilin yanlış anlaşılmanın bir sonucu olarak -pejoratif anlamıyla ayakları yere basmayan soyut- felsefeyi doğurur.

“Gerçeklik” bir dönem üzerine konuşulması gerekli bir şeymiş gibi algılandı ve bilmem neyin gerçekliği gibisinden gerçeklik havuzu oluşturuldu, fakat bilinçli düşünürler bunun “üzerine konuşulmayan konu” olduğunu anladılar ve sustular. Şimdilerde de ortalıkta bir “Toplumsallık” var ve bilmem neyin toplumsallığı, toplumsalı gibi söylemler duyuyorum, belki Latour gibi daha çok kişi zamanla bunun “üzerinde konuşulmayan konu” olduğunu anlarlar.


Yayınlandığı Yer: http://www.toplumveutopya.com/toplum-diye-bir-sey-yoktur-tekil-iliskileri-toplumsallastirma-sorunu-erhan-korkmaz/