Bir süredir izleme listemde bulunan Kaan Müjdeci’nin Sivas adlı filmini yeni bitirdim. Fazlasıyla karışık duygular içerisindeyim. Bir tarafım, filmdeki köpeklerin -gerçek bir biçime olsun veya olmasın- dövüştürülmesi ve bunun seyirciye estetize edilerek sunulmasına karşı öfkeliyken, bir tarafım da Sivas adlı köpeğin failliğinin böylesi alenen seyirciye aksettirilmesinden dolayı içten içe memnuniyet duyuyor. Filmdeki Aslan adındaki çocuğun, köylülerin köpeklerle kurdukları ilişkiyi çaprazlama kesen bir konumda olması, sözgelimi, köpeklerin dövüştürülmesine karşı içimdeki etik hasasiyeti -bilinçsiz bir biçimde de olsa- paylaşması, biraz olsun insan – hayvan ilişkisindeki insanmerkezliliği ve türcülüğü yıkan bir noktadadır.
İnsanın, hayvanlarla -daha doğrusu, insan-olmayan hayvanlarla- kurdukları ilişkilerde, salt entelektüel bir çabanın gereksizliğini bir kez daha görüyoruz. Sivas adlı köpeğin film boyunca içine düştüğü durumlardaki sıkıntılarını Aslan’ın duygu durumlarında görmemiz, bizi her ne kadar Aslan üzerinden Sivas’ı anlamamıza yönlendirse de aslına bakıldığında, Sivas’ın Aslan’dan ve/veya Aslan’ın Sivas’tan bağımsız biçimde düşünülemeyeceğini bize gösteriyor. Bu iki hayvan, türlerüstü bir noktadan bir dostluk inşa etmektedirler fakat bunun sürdürülebilirliği film boyunca çok kere sekteye uğrar. Aslan, Sivas’ı dövüştürmemek için çaba sarf etse de çevresindeki insanlar tarafından kışkırtılır. Bir noktadan sonra aralarındaki ilişki, bir dostluktan ziyade sahip-köle biçiminde bir çıkar ilişkisine dayanır.
Filmi izlerken, yönetmenin ve benim dışımdaki diğer seyircilerin neler düşündüklerini tahmin etmeye çalıştım. Yönetmenin, Sivas’ın failliğini vurgulayarak, köpek dövüştürme karşıtı bir noktadan durduğunu düşünmem fazlasıyla safça olurdu. Filmden sonra, benim dışımdaki çoğu seyircinin sosyal medyadaki yorumlarına baktığımda, Sivas’ın içerisinde bulunduğu iktidar ilişkisinde failliğinin nasıl hem mekânsal hem de söylemsel düzlemde sansüre uğradığını eleştirmediklerini gördüm. Elbette ki böylesi bir beklentiye kapılmam ve insanları benim gibi düşünmeye zorlamam söz konusu değildir. Yine de çok az bilinçli gözün, Aslan’dan ziyade Sivas’a odaklanarak, onun failliğini sorunsallaştırdığını düşünüyorum. Keza böylesi bir çaba bizi filmin iddia ettiğinin ötesine taşır. Film, insanmerkezliliğin ve türcülüğün bir temsili olarak karşımızda dururken, kartezyen düşünceyle birlikte gittikçe artan insan ve hayvan ilişkisindeki düalist kopuş ve bu kopuşun normatif hâle getirilmesi bir tartışma meselesi hâline gelir.
Her ne kadar köy romanlarında olduğu gibi, köyde çekilmiş filmlerde de çevresel koşulların zaruri birer inşacı itki olduğu anlayışı, Sivas ile Aslan arasındaki ilişkinin doğal bir biçimde geliştiği ve doğal bir biçimde de alıştığımız hâline, yani sahiplik ilişkisine tekrar döndürerek Sivas’ın Aslan’a ait bir canlı olduğu “gerçeğine” bizi yaklaştırsa da işin aslının öyle olmadığını düşünüyorum. Hadi gelin, kastetmek istediğimi -filmin de akışına sadık kalarak- detaylandırayım.
İlk Türler Arası Karşılaşma: Tek Taraflı İletişimin Olanaksızlığı
Filmin 10. dakikasında, Aslan, bir atla göz göze gelir. Elindeki sopayla atı yakalamaya çalışır. Aynı atın 16. dakikada Aslan’ın babası tarafından -önünü kestiği için- elinin tersiyle ittirildiğini görürüz. Filmin ilerleyen dakikalarında at, biz seyirciyi bırakmaz ve 19. dakikada tekrar karşımıza çıkar. Bu sefer Aslan tarafından köyün dışarısına götürülerek bırakılır. Köylülerin, “iş görmeyen” at ve eşeklere karşı bu tutumu sergilediklerini daha önce duymuştum. At, Aslan’dan uzaklaşmak yerine, Aslan’ın gitmesi için her şeyi yapmasına rağmen gitmez ve yüz yüze karşılaşmayı tercih eder. Bu karşılaşma, iki türün birbiriyle kurduğu ilişkilenme biçimlerinden birisine işaret eder. Fakat Aslan’ın atın kendisiyle kurduğu ilişkiyi anlamlandırması mümkün olmaz, bunun nedeni de o zaman değin atla kurulan ilişkilerin tek yönlü ve çıkara dayalı olmasıdır. Köylüler, atla kurdukları ilişkide atı yönlendirmeyi, kendi istekleri doğrultusunda konum almasını amaçladıkları için Aslan’ın bu ilişkilenme biçiminin dışındaki bir ilişkilenme ağıyla karşılaşması onun için şaşırtıcı olmuştur. Dakikalar ilerlerken at kendisini adeta türdeşi Torino atını yâd edercesine yere atar, fakat Aslan -maalesef ki- bir Nietzsche değildir.
Atın bu tepkisi karşısında şaşkına dönen Aslan, koşarak abisinin yanına gider ve onu bu olaya tanık olması için ata doğru sürükler, fakat olay yerine geldiklerinde atın gözden kaybolduğunu görürler. Atın bu tepkisinin tek tanık faili Aslan’dır. Sanki at, kendisiyle kurulacak türler arası ilişkiyi sadece Aslan ile sınırlamaktadır. Peki Aslan’ı at karşısında diğer insanlar arasında ayıran şey nedir? İşte bu noktada, Aslan’ın içerisinde bulunduğu çevreyle kurduğu ilişkiye odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. Ata, Aslan’ın kendisinin tepkisine bir karşılık verebileceğini düşündürten nedir? Derrida bir pasajında, banyosunda çıplak bir vaziyetteyken kedisiyle karşılaşmasını anlatır. Bu karşılaşma Derrida’da bir utangaçlık oluşturur çünkü çıplaktır fakat karşıdaki fail bir insan değildir, o hâlde neden utanma ihtiyacı hissetmiştir? Donna Haraway’in de belirttiği üzere, Derrida’nın kediyle karşılaşması tam bir ilişki değildir çünkü ilişkilerde diyalojik bir süreç bekleriz. Derrida, kedi karşısındaki tepkisinin kedideki karşılığını soruşturması ve bir iletişim alanı yaratmaya çalışması gerekirken kendi iç dünyasına gömülerek bu karşılaşmanın tek taraflı yanlarını sorgular: kedi karşısındaki utangaçlığını. Aslan da Derrida’ya benzer biçimde, atın bu tepkisi karşısında bir iletişim kurmaktan ziyade olay karşısındaki şaşkınlığını abisiyle paylaşmak üzere koşar adım uzaklaşır ve döndüğünde atı bulamaz.
Sivas’ın Failliği Meselesi: “Dövüşken İt”
Belki de filmin en çarpıcı sahneleri 25:00 ile 28:00 dakikaları arasında gerçekleşir. Sivas adındaki köpek, başka bir köpekle öldüresiye bir dövüşe sokulur. Dövüş esnasında Aslan’ın yüz ifadelerine odaklandığımızda, dövüşü tasvip etmediğini hemen anlarız. Hırlamalar arasında bir can pazarı yaşanırken Aslan dışındaki -neredeyse herkes- bu dövüşten aldıkları hazzı coşkulu nidalarıyla seyirciye aktarırlar. Köyün bir geleneği olarak bu zamana değin sürdürülmüş bu köpek dövüşü, köylüler arasında da bir statüyü işaret edebilir. Sözgelimi, köpeği şampiyon olmuş bir köylü, diğer köylüler arasında “güçlü olanı” tekelinde tuttuğundan dolayı saygı görebilir. Sivas adındaki köpek bu dövüşten mağlup olur. Öyle ki yürüyecek dermanı bile kalmamıştır. Öylece yere yığılır ve sanki ölümü beklemeye koyulur.
Bu manzara karşısında Aslan tepkiseldir. Köylülerin hepsi alanı terk etmişken kendisi ayrılmaz. Sivas’ın yakınına yaklaşır ve atla kuramadığı karşılıklılığı kurmaya çalışır. Bir süre güç toplamak için hareketsiz kalan Sivas, az da olsa güç bularak kendisini bir ağacın altına atar. Sanki varoluşsal bir krize sürüklenmiş gibidir. Öylece ağacın altında başını yere koyarak uykuya dalar. Aslan ise akşamın karanlığı çökmeye başlamasına rağmen Sivas’ı terk etmek istemez. Abisine Sivas’ı almaları için diretmesine rağmen kendisini dinletemez, fakat akşam olup karanlık çökünce abisi endişelenir ve Aslan’ı aramaya aynı bölgeye tekrar gelir. Bu sefer Aslan ile Sivas’ı yan yana görür ve Sivas’ı almayı kabul eder. Artık Sivas, Aslan’ın himayesi altındadır.
Sivas kendisini toplar. Aslan ise Sivas ile kurduğu ilişkiyi güçlendirir. Okulu bile asarak neredeyse her günü Sivas ile geçirmeye başlar. Aralarındaki ilişkinin, Aslan’ın ailesi de dâhil köyün diğer sakinleri tarafından garipsendiğini görürüz. Bu gariplik, Aslan’ın Sivas’a alışageldik biçimde davranmamasıdır. Sanki bir arkadaşıyla geziyor gibi sokaklarda dolaşıyor, onunla konuşuyor, hatta bazen gezilecek yeri Sivas’ın belirlemesine izin veriyor. Aslan’ın arkadaşları, Sivas’ın dövüşebilecek kadar güç topladığından bahsederek kışkırtıcı yaklaşırlar. Aslan ile filmin bu kısmına kadar Sivas’ı asla dövüştürmek istemediğini belirtmesine rağmen bu sözünü çiğnemek zorunda kalır, çünkü dövüştüreceği köpeğin sahibi, okulda hoşlandığı kızla gittikçe yakınlaşan birisidir. Bu çocuk, Aslan tarafından düşman ilan edilir. Sivas da onun köpeğini yenerek, Aslan’ın bu statüsünü hem düşman olduğu çocuk karşısında hem de hoşlandığı kız karşısında yukarı taşır. Hatta sadece bu iki kişi üstünde değil, köyün neredeyse tüm erkekleri tarafından Aslan’a saygı duyulmaya başlanır.
Sivas’ın ve Aslan’ın namı köyde yürümeye başlar. Aslan, bu sefer arkadaşları tarafından değil, köylüler tarafından Sivas’ın başka şehirlerde düzenlenen büyük dövüşlere katılması için kışkırtılır. Bu kışkırtmalar karşısında Aslan’ın kalkanı düşer ve kabul eder. Artık bu noktadan sonra Aslan’da bir sarhoşluk hâli görülür. Hep tereddütlüdür. Uzak uzak düşüncelere dalar.
Sonuç
Aslan, güçlü bir örneği teşkil eder, o da şudur: Bizler, günümüz paradigması içerisinde, insanı merkeze alan türcülüğü bilinçli veya bilinçsiz olarak benimsemiş çevre tarafından koşullanırız. Bu koşullanmalar, bizi diğer türlerle kurduğumuz ilişkide körleştirir. Ne onların seslerini duyarız, ne de kendimiz onlara sesleniriz. İşte bu noktada, Aslan ile Sivas’ın ilişkisinin yarım kaldığını söyleyebiliriz
Kapanış sahnesinde Sivas’ın uzaklara daldığını görürüz. Ne düşündüğü, içerisinde bulunduğu koşullar içerisinde nasıl bir duygusal durumlar yaşadığı, bu saatten sonra Aslan ile olan ilişkilerinin nasıl ilerleyeceği ve diğer birçok önemli soru askıda kalır. Sivas belki de ta en başında, daha çok küçükken bir dövüş köpeği olarak yetiştirilmiştir. Dövüşmekten başka neyi bildiği ve deneyimlediği de yine askıda kalan sorulardan bazılarıdır.
Son olarak, filmin yönetmeninin Aslan ile Sivas’ın bu ilişkisini seyirciye nasıl iletmek istediğini düşündüm. Acaba Kaan Müjdeci, bilinçli bir çabayla türler arası bir ilişkinin olanaklılığını mı sorgulamak istemişti? Yoksa bu durum, Müjdeci’nin yapıp-ettiklerinin bir sonucu olarak kazara mı ortaya çıkmıştı? Sanat eserini, sanatçıdan ayırmak bir ölçüde doğru ve gerekli bir harekettir, fakat sanat eserlerini sanatçılarından bağımsız ele almak, eksik bir hareket olacaktır. O yüzden, Sivas filmi, seyircisinde uyandırdığı hisler ve düşüncelerle bir eser olarak karşımızda tekil olarak durmaktadır. Kaan Müjdeci, bu filmin ortaya çıkmasında bir emekçi olarak, filme kendi görme biçimini enjekte etmiştir. Sözgelimi, 140journos Youtube kanalının “Yetimo” adlı belgeselinde, Müjdeci’nin atlara olan ilgisinden dolayı filmin çeşitli yerlerine atları yerleştirdiğini görüyoruz. Hatırlarsanız, Aslan’ın da ilk karşılaştığı hayvan attır. Müjdeci’nin atlarla kurmuş olduğu karşılaşma(ları)nın nasıl Sivas ve Aslan üzerinden seyirciye aktarıldığına tanık oluruz. Diğer taraftan da sanat eserinin kendisinin, sanatçısında tamamlandıktan sonra yeni bağlamlarda değerlendirildiğini “köpek dövüşleri” konusu üzerinden anlayabiliriz. Kaan Müjdeci, 2017 yılında Film Yapımcıları Meslek Birliği’ne katılarak -Youtube’da izleyebileceğiniz üzere- bir söyleşi verir ve daha ilk girişte filmdeki köpek dövüşleri sahnelerinin gerçek olmadığını vurgular. Bunun nedeni de birçok kişi tarafından bu konu hakkında kendisine eleştiri gelmesidir. Müjdeci, tepkilerin bu ölçüde geleceğini hiç tahmin etmediğini söyler. Filmdeki köpeklerin dövüştürülmesi, Müjdeci’nin de beklentisini aşarak, farklı bağlamlarda yorumlanır. Acaba bugün çocuk ilişkilerini, köy yaşamını ve hayvanların durumlarını otontize eden bu film, hayvan çalışmalarının gittikçe artmış olacağı yarım asır sonra nasıl yorumlanacaktır?